29 Ocak 2009 Perşembe

sahil

Önümüzdeki hafta aramıza üç kişi daha katılacak. Şu anda hiçbirini tanımıyorum, tanımıyoruz, tanımıyorsunuz. Boyalı BB'nin direktörlüğünde geçecek bu seanslar arasında eğer kendime birkaç dakikalık solo vakit bulabilirsem kendimi daha iyi hissedeceğim.

'Kendimi daha iyi hissedeceğim' dedim. Bilerek böyle dedim elbette çünkü ben zaten kendimi iyi hissediyorum. CV'ler denizinden kendimi kurtarıp, arabaya atlayıp Joanne'le buluşacağımız noktaya giderken (neresi olduğunu söyler miyim, pışşııık!) arabada Rolling Stones açıyorum: En sevdiğim Rolling Stones albümleri listesinde ilk üçe giren Exile on Main St. Rocks Off ile başlıyorum eğlenceme.

Sahil yolunun trafiği gözüme batmıyor bile. Bu şehirde insanların neden trafikten bu kadar dert yandıklarını da anlamıyorum. Bundan bir iki sene önce her yer yazlık kasabası gibi tenha mıydı sanki? Belki yaşlandığınız için trafikten bunalıyorsunuzdur ha, wayni bayni tipler, size söylüyorum! Ben yaşlanmıyorum. Hatta her geçen gün gençleşiyorum. 

i'm always hearing voices on the street,
i want to shout, but i can hardly speak.

- Bu şehri seviyorum, diyorum sesli bir biçimde. Yanımdan geçen araçlardan bir tanesinden, dudaklarımın oynadığını ve arabada tek başıma olduğumu gören birisi 'telefonda konuştuğumu' zanneder. Zannetsin. Zanetti.

And i only get my rocks off while i'm dreaming.

İnsanların tamamının kafasındaki 'hayal dünyası' ile yaşadığını tahmin ediyorum. Bu teorimin doğruluğunun bir gün bilim tarafından da açıklanacağını ümit ediyorum. Dünyadan, yaşadıkları şehirden, hiç tanımadığı insanlardan dert yanan insanların kafasındaki hayallerde bir bozukluk olduğunu düşünüyorum. Belki bir gün 'kafandaki düşünceleri tamir etme' servisleri de kurar birileri ve üzerine para verip yine hayallerini başkalarının eline bırakmış olur bu insan ırkı. Sadece bu şehir üzerinden konuşmuyorum. Bu hastalık tüm dünyada var. Hiç bilmediği ülkelerin yok olması gerektiğini, yok olması 'insan hakları' zımbırtısına aykırıysa da, bok içinde yüzmesi gerektiğini düşünen insanlar dünyanın her yerinde var. Sosyolojik faşistler sizi. Trafik sosyologları sizi. Sıkışık trafikte bir şeyler satıp para kazanmaya çalışan insanların nasıl da orada bir anda 'bittiğini' o küçücük kafalarıyla anlamaya çalışan ve bunun üzerine konuşarak trafikten dert yanmayı kendilerinde bir hak olarak gören şehir insanları. Biliyorsunuz değil mi, sizden milyonlarcası var burada. 
Halbuki insanoğlu kendisinden bir tane daha görmeye dahi dayanamaz. Bık bık edip duran sizler, nasıl dayanıyorsunuz bu yoğunluğa?

Sahilin güzel kokusunu çekiyorum içime. Korna sesleri, bağırış ve çağırışları filtrelemeyi öğrettim kendime yıllar içerisinde. O yüzden sadece hafif bir rüzgar sesi ve güzel bir deniz kokusu geliyor arabanın içine. 

Sonra kendime kızıyorum. Neden bunca insanın derdi beni gerdi ki şimdi? Hemen şarkıyı değiştiriyorum: 'Turd on the Run'.

Bazen AJ'yle ortak yanlarımdan birinin de bu olduğunu düşünüyorum: Diğer insanların mutsuzluğu onu nasıl da mutsuz eder. Sanırım ben de bunun üzerine çok fazla düşündüm. 

Aha. Joanne'le buluşacağımız noktaya geldim. Elbette buluşma noktamızı seçerken park etme zorluğu ile de savaşıyor zihnimiz. O yüzden burayı seçtik. Neresi olduğunu size söylemeyeceğimi daha önce belirtmiştim, değil mi? Canım güzel bir Türk kahvesi çekiyor. Şu dünyanın en güzel boğazına bakarak içilecek en 'zihin açıcı' şey: Kahve. Hangi cinsi olursa olsun. 

İçeriye girdiğimde bana el sallıyor. Gülümsüyorum, sanki içeride dünyanın en güzel insanını göremeyecek kadar kör olduğumu düşünüyor.
Bu arada şimdi fark ettim; Joanne hep benden önce buluşma noktasına ulaşmış oluyor. Acaba bu şehrin yollarını yeterince bilmiyor muyum ben? Olabilir. 

Yine de bu şehri çok seviyorum. Seni de Joanne.

Hiç yorum yok: