30 Ocak 2009 Cuma

hengame

Arada bir ajansın tamamını gören penceremin önüne gidip içerideki hengameye bakıyorum. Kendimi 50'li yıllarda, fabrikasında çalışan işçileri gözetleyen bir 'mogul' gibi hissediyorum böyle yapınca ama bu histen kurtulmam çok uzun sürmüyor. Çünkü ben bu ajansın sahibi değilim, kurucusu değilim, bu bir, ikincisi böyle bir sahnede işçilere baktığım zaman içim daha çok parçalanabilirdi fakat bu hengameye baktığımda bu boku kendi kendilerine yiyen insanlardan başka bir şey görmüyorum.

Hengame deyince, aklınıza bir 'tavuk ve piliç oyunu' geliyorsa, sizi de tebrik etmek istiyorum. 

İçerideki çocuklar, devamlı bir şekilde o konkurdan, bu konkura koşturup duruyorlar. Onları koşturan patronları değil aslında: Serî bir biçimde, üzerine pardesüden başka hiçbir şey giymemiş teşhircilerin önünü açıp kapatması gibi konkur açıp kapayan kararsız reklamverenler. Bizim HH haricindeki hiçbir müşteri ajansından sıkılmamıştır herhalde. Aslına bakılırsa biz de HH'ı elimizden birkaç defa kaçırıyorduk ama ne yapıp ettik ve ajans değiştirmelerini engelledik. İlişkiyi heyecanlı tutabilmek için çeşitli fanteziler denedik. Elbette ben de hissediyorum ki, bu sunî fanteziler ile ayakta durabilen bir ilişki, ilişki değildir. Zaten siz bu piyasada herhangi bir 'ilişki' olduğunu mu zannediyorsunuz? Tamamiyle para üzerine kurulu 'aşk ilişkileri' gibi, bu ilişkiler de bitmeye mahkum. Üzerine bina inşa edeceğiniz zemin, gücünü paradan başka şeylerden alıyor olmalı. Ah şimdi aşk böcekliği yapıp bana sevgiden, romantizmden falan bahsetmeyin. Onlar da organik içecekler değil. Tamam. Belki 'sevgi' diye nitelediğiniz şey ile güzel bir noktaya değiniyorsunuz ama onun renginin yeşil olması gerekmiyor. Lütfen bunları da kendi kafanıza bir şekilde sokulmuş metafor ögelerine indirgemeyin. İncelemek istediğiniz şeyi kendi hizanıza çektiğiniz an, onun sizden daha yüksekte bir yerde olduğunu unutmayın ya da incelemek için yerden kaldırdığınızda onun biraz önce yerde olduğunu unutup da sizinle aynı seviyede olduğunu sanmayın. [Farkındayım, muhtemelen götünden anlayacağınız bir ton laf edip duruyorum. İlk sapağı gördüğüm anda sağa döneceğim merak etmeyin.]

Mükemmel Asistanım dalıyor odaya. Karşımdaki ikili koltuğa atıyor kendini.
- Off JC, bıktım bu işlerden.
- Erken pes ettin. Sana üç sene daha vakit veriyordum halbuki.

Çıplak ayaklarını havaya kaldırıp ayaklarına bakıyor. Benim açımdan bakıldığında gözleri şaşı görünüyor.
- Ayaklarını havaya kaldırdığında eteğinin açılacağını da hesaba katıyor musun? Aa bir dakika, sen ne mezunuydun? Mühendislik?
- Bakıp bakmadığını görmek için bilerek yapıyor olabilir miyim?
- Farkındayım.
- Ben de senin bakmadığının farkındayım. Güzel! Testi geçtin.
- Hayat neden böyle saçma sapan testlerle dolu?
- Aynısını ben de sana soracaktım.
- Sana ne testi yaptım ki ben?
- Her gün 'ne kadar dayanacak bakalım bu salaklıklara' diyerek beni sınamıyor musun?
- Salaklık dediğin şeyler ile neyi kastettiğini bir anlasam...
- Bugün kadının biri seni aradı. Konkur haberi verecekmiş sana.
- Verdi mi peki bana haberi?
- Onun yerine seninle ilişkimiz olup olmadığını sordu. Brooklyn Köprüsünün Altı'nda görmüş bizi.
- Haberi vermedi yani ha?
- Sana mail atacakmış.
- Güzel.
- Bu arada karşılaşırsanız, benim kızarkadaşımı elimden alan adam olduğunu söyledim ona.
- Harika.
- O da aynısını söyledi. Pislikmişsin sen. Daha önce de onun ev arkadaşını almışsın elinden.
- Neler öğreniyorum böyle.
- Ben de.
- Peki ben şu anda senin kızarkadaşın ile birlikte miyim?
- Evet. Hani şu herkesin bayıldığı manken kız var ya, işte o.
- Karmakarışık oldum ben Mük. Dikkatim dağıldı.
- Benim her şeyim darmadağın oldu. Eve gitmek istiyorum ben.
- Hadi git o zaman. 

Çıktıktan sonra aklıma geliyor o herkesin bayıldığı manken kız ile görüşüp görüşmediklerini sormak. Maillere bakıyorum, evet, gelmiş bir konkur haberi. 'Girmek istiyor musunuz?'

- Girmek istiyor muyuz? Diye kendime sorarak az önce Mük'ün oturduğu ikili koltuğa uzanıyorum. Tavana bakarak düşünüyorum. Acaba evet mi, hayır mı? Karar veremiyorum. Yattığım yerden sidik içen çocuğa sesleniyorum. Nasıl oluyorsa ona seslendiğimi duyuyor ve odaya giriyor.
- Konkura girmek istiyor muyuz? Diye soruyorum ona.
Doğal olarak, her çalışan, her insan, her şartlanmış varlık gibi 'ne konkuru?' diye soruyor bana.
- Önemi var mı? Diye soruyu geri gönderiyorum. Soruya soru ile cevap vermek kadar iğrenç olduğu kadar zevk veren başka bir şey var mı? [Elbette var, biliyorum ama ben piyasalardan bahsediyordum. Ah tamam. Sustur şu kafandaki düşünceleri artık, şu anda sadece okuyor olman gerek.]
- Girelim o zaman. 
- Tamam.

Sırtını dönüp gidiyor. Boyalı BB geliyor bir anda aklıma. Tam o sırada koridordan geçtiğini görüyorum. 'Bibiiiiiiiiiiiiiiiiiii' diye bağırıyorum. Duyuyor ve odaya giriyor. Beni sanki intihar etmek üzereyken yakalamış gibi bir yüz ifadesine bürünüp panik içerisinde 'neyin var JC'ciğim' diye soruyor. 
- Akşam seni güzel bir yere götüreceğim. Tüm programını boşalt. Diyorum.
- Tamam olur. Diyor. Sonra eski konuya geri dönüyor: 'Neyin var JC? İyi misin?'
- Harikayım beeeeen. Diye bağırıyorum.
İnanmıyor doğal olarak.
- Yorgunum biraz ama yine de sanırım kıyıya kadar yüzebilirim. Dedikten sonra yere yığılıyorum.

Her yer bir anda bembeyaz oluyor. Acaba hatırladığım son şey BB'nin beyaz gömleği ve beyaz eteği olduğu için mi böyle bir etkiye büründüm yoksa gerçekten her şey gözünün önünden uzaklaşırken beyazlaşıyor mu?

Hiç yorum yok: