27 Ocak 2009 Salı

all i ever wanted

Brooklyn Köprüsünün Altı'na girdiğimiz gibi Basshunter'ın 2008 model bu şarkısı ile karşılaşıyorum. Size daha önce söylemiş miydim bilmiyorum ama EuroDance şarkılarından pek  hoşlaşmam ama nedense bu şarkı beni pantolonuna bit kaçmış maymun gibi dans ettirir. [Evet, ev maymunlarına pantolon giydirilir.]
- All i ever wanted, was to see you smiling, diyerek ben de şarkıya eşlik ediyorum. Suratı şu anda beş karış olduğu halde sekiz cinayet işlettirecek tatlılıktaki Mükcüğüme dönerek. 

Mik'le Aloe Vera'nın yanından ayrılıp kendimizi buraya atmaya nasıl karar verdiğimizi hatırlamıyorum. Onları da davet ettik diye hatırlıyorum ama Mik bana 'ben artık dans edemeyecek kadar yaşlıyım evlat' cümlesini verdi. [Nasıl karmaşık bir hafızam var bu gece. Kısmî unutkanlık.] 

- Ben kız arkadaşımdan ayrılmışım, beni getirdiğin yere bak JC. Biz burada tanışmıştık onunla yaaa. Diyor.
- Harika işte. Diyorum. Bu dans figürlerimle Austin Powers'a benzediğimi düşünerek. Üzerime şu mavi ceketi ve mavi pantolonu ne zaman giydiğimi de hatırlamıyorum.

- Ne içirdiniz bana siz? Son birkaç saati hatırlamıyorum. Diyorum Mük'e.
Omuz silkip bara doğru ilerliyor. Ben de arkasından. Dans eden kitleye baktığımda, tanıdık bir iki surat görüyorum. Şu herkesin bayıldığı manken kız da orada. El sallıyor uzaktan, asker selamı veriyorum durarak. Hazır havaya girmişken, bara kadar rap rap yürüyen asker gibi gidiyorum. 

- Hangi konuda anlaşamadığınızı merak etmiş bulunmaktayım Mükcüğüm. Diyorum.
Müziğin sesinden olsa gerek, suratını ekşitip 'uf duyamıyorum seni, biraz  daha bağır' hareketi yapıyor.
Tam ben bağırarak yeni bir cümle kuracakken, şarkı 'club, base' kısmına giriyor ve ben götümdeki bitler yetmiyormuş da, cebimde bit dolu bir kavanoz taşıyormuşum gibi cebimdeki bitleri de pantolonumun içine boşaltıp fırlıyorum ortaya. Mük tarafından arkamdan yapılan hareketi görmüyor değilim: 'Siktir git JC!'

Mük aşk derdinde, ben bit derdinde. Ya da 'beat'?
Manken kız, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte yanıma geliyor. Bağıra bağıra:
- Jey Siiiiiiiiiiiiiiiiiii diye bağırıyor, kollarını açıyor, bana sarılıyor. Ah çok sevecen bir insanım.
- Bayılıyorum bu şarkıyaaa, diye bağırıyorum.
- Seni görmek ne güzeeeeeeeel.

Neden her kelimenin sonunu uzatıyoruz böyle? Şarkı bitmek üzere. 'Görüşürüz' sinyalini verip bara geri dönüyorum. Tam o sırada [nasıl bir playlist ise] Justin'in What Goes Around... Comes Around'ı çalmaya başlıyor ve ben su altında dans eden balık modeline dönüyorum. 
- İstek parçan mıydı bu? Diye soruyorum Mük'e.
Cevap bile vermeden sandalyesinden inip müziğe bırakıyor kendini. Güzel gelişmeler bunlar. Barda tek başıma kalınca yan taraftaki sarışın bana dönüp bakıyor. Asık suratlı bir bakış atıp çekiyor bakışını. Off. Sanki şu arkasında dikilen bok sinekleri benden daha değerliymiş gibi hissettirmeye çalışıyor. Bu durumda en iyi el, 'flash royal'dir. Flash royal ne midir? İzleyin beni.

Ceketimin yakalarını kenara açıp, teşhirci gibi iki yana açıyorum. 'Ne yapıyor bu herif' gibisinden bakıyor. Yüzüme bir gram bile gülücük koymadan yanına gelip 'sizin kim olduğunuzu biliyorum' diyorum. Şaşırma efekti biniyor suratına. İçimdeki gömlek ya da tişört, ne varsa artık, göğüs kısmını 'flash edip' tam ortasına bir imza atmasını istiyorum. Elbette kalemi yok. Tam o sırada arkamdan 'herkesin bayıldığı manken kız' dokunuyor.
- JC naapyorsun sen? Diye soruyor. 
O sırada mükemmel asistanım da bardaki yerine geri dönüyor. Tamam artık, sırtımı dönüp gidebilirim. 'İyi akşamlar' diyerek dönüyorum yerime. Arkamda meraklı bir kadın bıraktım. 
Bunu kendisi istedi, bana öyle 'pis' bakmayacaktı. 
- Flash royal yapıyorum. 
- Tanıştırsana bizi, diyor Mük.
İsmini bilmediğin iki insanı nasıl tanıştırırsın? Eric Clapton ile Mark Knopfler'ı tanıştırırken şöyle mi diyeceğiz yani: 'Eric, bu Mark. Mark, bu Eric.' Hadi oradan. 
- Tanışın! Diyorum kızlara.
Tokalaşıyorlar. 'Ben Mük' diyor Mük 'JC'nin Mükemmel Asistanı. Sen de herkesin bayıldığı şu manken kızsın değil mi?' diye soruyor.
Ah işte, bir üst paragrafta demiştim size. 
- Bize katılsana, diyor Mük ve olay orada toparlanmış oluyor. O sırada arkamdan bir el omzuma dokunuyor. Kim olduğunu biliyorum. Suratıma en iğrenç ifademi takınıp dönüyorum:
- Ne var?
(Pause)
- Ateşinizi alabilir miyim? (Güzel numara. Sıçtığını kabul ediyorsun yani. I rest my case.)
Sanki az önce hiç konuşmamışım gibi, sigarasını yakıp sırtımı dönüyorum. Umarım bir sonraki gelişimde burada olmazsın bebek.

Bizimkine döndüğümde, suratının düzeldiğini görüyorum. Keyfi yerine gelmiş. Herkesin bayıldığı manken kıza bakıyorum, onun da keyfi yerinde tabii [Beni görünce kimin keyfi yerine gelmez? Hadi, saymaya başlamayın şimdi. İşiniz yok mu sizin?]. Acaba söylesem mi Mük'ün kulağına o bilgiyi? Aaah. Hayatı insanların keşfetmesi için bırakmak bazen daha güzel sanki. Hayata müdahele eden insanlara bir bakın: Nasıl da mutsuzlar.

Ben mutluyum. Telefonumdaki titreşimi hissedip, ekranda Joanne ismini gördüğümde daha da mutlu oluyorum. Telefon kulübesine giderken 'yaloo' diye açıyorum bile telefonu. O kadar sabırsızım yani. Laurent Wolf'un No Stress'i çalmaya başlıyor içeride. Wofff! Bayılırım!

Hiç yorum yok: