Diyor AJ. Ajansın yangın merdivenlerindeyiz, AJ'in sardığı sigaraları dumanlıyoruz ama arkamızdaki koridordan Kelly Rowland'in Work şarkısı zonkluyor -Freemasons remix'i elbette-. Benim de kulağım şarkıya gidiyor ama şarkının güzelliğinden çok, bu kadar yüksek sesle çıkmasına rağmen seslerin (baslar ve tizler) bizim olduğumuz yere nasıl bu kadar temiz geldiğine daha fazla odaklanıyorum.
- Güzel.
Diyorum sadece. AJ'in hikayesini anlatacaktım size. Bireysel bir yazı makinesi diyebilirim kendisine. Hayatı yazarak yaşar ama CJ gibi 'kağıt üstünde' bir adam değildir. Radyo şovmenlerinin her zaman hayal edilenden farklı bir tip çıkması gibi bir şey AJ'de olmadığı için (CJ'de kesinlikle öyle çıkıyor) tanıştığı okurları genellikle yanındayken rahatlarlar. Hani benle karşılaştığınızda da bu şaşkınlığı hafif bir şekilde yaşayabilirsiniz diyeceğim ama sizinle asla tanışamayacağımız için bunu söyleyip de konuyu kendi üzerime çekmenin pek bir anlamı yok.
'Başarılı' olduğu varsayılan neredeyse bütün yazarlar gibi okul hayatı rezaletlerle geçmiş. Veli toplantılarına gitmekten utanan anne ve babası yüzünden hayatında çok fazla bir değişiklik olmamış ama o her zaman kendi çizgisinde ilerlemeyi başarmış. Türkçe öğretmeni 6 yıl boyunca aynı kişi olunca ve altı yıl boyunca derslerden kılpayı geçiyor olunca üzerinde bir 'yazar baskısı' oluşturduğunu düşünüyorum. Adamın adını vermeyelim, şu anda herkesin yakından tanıdığı bir 'yazar' olarak geziniyor ortalıkta ve sıklıkla eski öğrencisi olan AJ'e bok atmakla geçiriyor ömrünü. AJ'in hiçbir zaman dilbilgisi sınavlarından geçtiği görülmemiş. Kanaat notları ve kompozisyon puanları ile Türkçe derslerinden kılpayı geçtiğini söyler neredeyse bütün röportajlarında.
AJ'in de CJ gibi reklamcılık dışında da bir dünyası var ve bu daha çok kurgu sanatı üzerine gidiyor. -İstanbul'da nedense kreatiflerin tamamı bir edebiyat sevdasındadır- Benimki ise daha çok film izleme ve her türde müzik dinleme arasında gidip geliyor. Çok kısır bir hayat değil mi? Yine kendime odaklandım. Tamam, kadrajdan çıkıyorum.
AJ'in de CJ gibi reklamcılık dışında da bir dünyası var ve bu daha çok kurgu sanatı üzerine gidiyor. -İstanbul'da nedense kreatiflerin tamamı bir edebiyat sevdasındadır- Benimki ise daha çok film izleme ve her türde müzik dinleme arasında gidip geliyor. Çok kısır bir hayat değil mi? Yine kendime odaklandım. Tamam, kadrajdan çıkıyorum.
Her yıl mutlaka bir 'albüm' çıkartıyor ikisi de. Albüm dediğimiz burada sadece AJ için gerçek albüm de olabiliyor zira bir de küçük grupları var. CJ denilen herif bilgisayarları bile doğru dürüst kullanamadığı için elbette müzikle arası sadece seksenlerin pop şarkılarını dinlemek kıvamında kalıyor.
- Şu şarkı niye çalıyor JC?
Diye soruyor AJ. 'Bilmiyorum AJ, bilmiyorum' diye cevap veriyorum zira ben o sırada içtiğim sigaranın içinde herhangi bir şey olup olmadığını düşünüyorum daha çok. Koridordan bir topuklu ayakkabı sesi geliyor. Miranda karşımızda beliriyor birkaç saniye sonra.
- Açılın çocuklar. Bana da bir popoluk yer ayırın orada.
Miranda'nın ismi AJ'le benden geliyor. Onunla ilk karşılaşmamızda da yine sigara sarmış ajans içinde dumanlandığımız odaya girmişti, yanlışlıkla elbette. AG'in kızlarından birisi. O gün 'tam şurasında' bir şey olduğunu ifade etmeye çalışırken şaşkın ördek bakışları ile 'neremde' diye bize sorarken ve biz 'şuranda' derken adı Miranda diye kaldı. Ajansın müşteri ilişkileri tarafında çok fazla şey bilmediğim için iyi bir müş-tem olup olmadığını bilmiyorum ama komplesklerini aldırmış bir tip olduğu için huzursuzluk vermiyor çevresine. Zaten şu anda da suratında şaşkın ördek gülümsemesi var. İkimizi sever. AJ'yle beni yani.
- Özel mi konuşuyordunuz? diye soruyor. O geldiği için sustuğumuzu zannederek. Kibar kız. Kafa sallıyorum Marlon Brando edasıyla.
Neyse, AJ'i anlatmaya devam edeyim ben. Yazar egosunu bir kenara bırakmayı becerebilen bir yazardır AJ. Daha önce demiştim ama titr'lerde ve tit'lerde gözü olmadığı için genellikle CD olmayı ıskalar her terfi döneminde. Böyle daha mutlu. Kız arkadaşları ile arası yumuşaktır, ne zamanki ihtiras devreye girer (genellikle kız tarafından patlar bu borular) -ve genellikle 'o kız kim?' cümlesiyle tansiyon yükseltir - işte o zaman ipler kopar. AJ'in bu durumu bir kere toplayabildiğini görmedim. Belki de toplamak istemiyor. Eminim, bu mayını patlatmayan kız ile evlenir. Eminim şimdi bu sahneyi gören bir kızarkadaşı da olsa Miranda'nın kim olduğunu sorardı. [Bu arada Miranda neden kendini müziğe bırakıp sigara molasında dans etmeye başladı, biz de çözemedik.]
AJ sigarasından son nefesi alıp ayağa kalkıyor. 'Müdür ben içeriye geçiyorum artık' diyor bana. Miranda'yla bir iki figür yaptıktan sonra koridorda gözden kayboluyor. Ben neyi düşündüğümü bilmiyorum ama Miranda'nın bana bir şey demesi ile kendime geliyorum: 'Mük seni arıyordu. Onu söylemeye gelmiştim.'
Ben de Miranda ile aynı figürleri yaparak, Austin Powers dansım ile içeriye geçiyorum. Akşam karaoke'ye mi gitsek yoksa YesName'e mi? Şöyle üç-beş Bryan Adams şarkısı cover'lamam lazımmış gibi hissediyorum kendimi.
Masaya döndüğümde Mükemmel asistanım İ Bey'den telefon geldiğini söylüyor. Tam o sırada yanımızdan AG geçiyor. Kulakları kedi gibi kalkıyor, içinden 'eBay mi?' diye fısıldadığına eminim. Bryan Adams konserine gideceğimi söylesem onu da Ryan Adams olarak algılar. Onun alıcılarından önce benim vericilerde de bir problem olabilir, emin değilim. Masaya geçip elimi telefona uzatırken gözüm maillere kayıyor. Subject kısmında şu yazıyor: 'Orada olduğunu biliyorum, bana cevap ver.' İmza: Joanne. Bu imzaya bayılıyorum.
Kapıda sidik içen çocuk beliriyor: 'JC Bey, filmi hallettik. Patronun gözüne girdim galiba. Sayenizde oldu bu. Çok ....'
Kapıda sidik içen çocuk beliriyor: 'JC Bey, filmi hallettik. Patronun gözüne girdim galiba. Sayenizde oldu bu. Çok ....'
Joanne'den ses çıkınca benim için dünya 'mute' oluyor. Son bir kulaç atarak telefona veriyorum dikkatimi:
- İ Beey, diye çınlıyorum telefona, gözüm mailbox'tayken.
- Yo JC. Diyor. 'Kusura bakma Cumartesi kahvaltımızı kaçırdığım için.' (Mute'sun İ Bey)
Extract from the mail:JC'ciğim, geçen gece çok işim olduğu için 'meşgul' modundaydım. Bu hafta bana ayıracak birkaç saatin var mı? Seni yeni evimde ağırlamak istiyorum.
Fonda Bryan Adams'ın Depend On Me'si çalmaya başlıyor bende. (Akşam bu şarkıyı cover'layayım bari)
'Like sister to brother,
'Like sister to brother,
father to mother,
we live for each other,
we're lover to lover'
Diye devam ediyor mutluluk şarkım zihnimde. Karşımda bir iki hareket sezene kadar dünyadan kopuk bir şekilde yaşıyorum. Telefonda İ Bey'i unuttuğum için çok kızmış ve kapatıp Mükemmel asistanımı arayıp bir ton küfür döktürmüş. Mük de bunları sesli olarak kaydetmiş. Bu güzelim şarkıdan sonra bu cümleleri duymak elbette boktan bir şey ama Reply'a basıp maile cevap olarak 'evet, evet, evet' yazmak da bir o kadar kreatiflikten uzak bir şey, biliyorum. Gidiyorum.
'As deep as an ocean,
Filled with emotion,
I'm forever open,
Can't you see,
Baby,
(you) can depend on me.'

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder