3 Ocak 2009 Cumartesi

Komedi

Yakın plan el çekimi yapılıyor altı üstü. Çekime başlayalı neredeyse dört gün olmuş ve ajans ayağa kalkıyor. Bir kavgadır gürültüdür devam ediyor. İşbitirici olarak iş bana geliyor:
- JC, şu olaya bir el koy bakalım.

Ajansınızın işbitiricisi JC, bu işe el koymadan önce 'hangi iş' olduğunu araştırmak zorunda kalıyor. Ajans içinde yaptığım bir iki sorgu-sualin ardından hikayenin bir kısmını hatırlıyorum, bir diğer kısmını da öğreniyorum. Mesele şu: Bizim CD bu filmin casting kısmını üstlenmiş. Yönetmen seçimi de müşteri tarafından yapılmış. Hergele CD, geçmişten kalma mevzusu ortaya çıkacak diye seçilen yönetmen üzerine fazla kulis yapamamış. Zira bu yönetmen bu işi almak için bedavaya yakın bir bütçe çıkartmış. [Bedavaya bayılmayan reklamverene, reklamveren denmez bu memleketlerde]
Meğersem bu danışıklı bir dövüşmüş. Bizim bu yönetmenin ismi Tito -hayır, Yugoslav coğrafyasından değil, bildiğiniz Cihangirli bir hergele, havalı diye kendine bu ismi seçmiş- bundan dört beş yıl önce ilk filmini çekmek üzereyken, şu anda bizim CD olan zırtopoz tarafından iş elinden alınmış. Ödüllere doymayan reklam filmi, Tito'yu her geçen gün parçalamış ve 'intikam yeminleri' ettirmiş. Aradan geçen yıllar içinde kendini başka reklam filmleri ile gösteren Tito'yu bir gün bu bizim CD'nin çalıştığı ajansın müşterilerinden bir tanesi yönetmen olarak atamış. Bizim CD de bunu duyunca 'casting bana ait' demiş ve işler oradan sonra karışmış.
Tito'yla konuştuğumda 'abi Allah belam versin bu herif öyle bir hatun bulmuş ki, o kıllı eller ile çekebileceğin en iyi reklam filmi tıraş bıçağı reklamı olabilir' demez mi.

Olaya el koydum. Kızcağız iki itin sidik yarışına tas olduğu için yasta, yönetmen CD'den intikam almak üzere 'power on' modunda, CD ise yönetmenin ne kadar boktan bir yönetmen olduğunu ispat yarışında. JC bu işin neresinde? Tam ortasında.

'CD' diyorum 'hadi kalk gidelim buradan'. 
- Hayatta gitmem diyor. Bir sigara daha yakıyor. Sakallarını sıvazlayarak setteki karmaşaya bakıyor. Gözleri, günlerdir ağlamaktan şişmiş kızcağız umrunda bile değil. Setin öbür tarafından kendisi ile göz göze gelip duran yönetmene bakıyor. Bu heriflerin bir derdi olduğu zaman böyle ayrı kafeslere kapatılmış kuduz itler gibi birbirlerine bakması sinirime dokunuyor.
- Açın şu kafeslerin kapılarını da bari birbirlerini yesinler, diyorum yanımdaki ajans prodüktörüne.
- Siz kimsiniz? diye soruyor bana.
Üç parmağımı havaya kaldırıp soruyorum:
- Bu kaç?
Verdiği cevap umrumda değil. Hızla dönüp Tito'nun yanında alıyorum soluğu. 
- Titooo, diyorum. Şu filmin çıkan kısmının özetini bana bir izletsene.

Ajansın da bu işi önemsemediği, sete gönderdikleri yazardan belli. Uzaktan çağırıyorum yanıma. Komutanı tarafından çağırılmış emir-eri gibi yanaşıyor. 
- Benle birlikte izleyeceksin bu görüntüleri. Senaryoya uyuyor ise, görüntüleri alıp gidiyoruz. Tamam mı? 
Cevabını bile dinlemeden başlıyoruz görüntüleri seyretmeye. CD'ye kayıyor gözüm, uzaktan ne yaptığımı anlamaya çalışıyor. Bu heriflerin derdi de budur zaten: 'Oturdukları yerden dünyada ne olup bittiğini öğrenebileceklerini sanırlar'. Onun bakış açısından, benim şu anda yaptığım şey 'sorumluluk sınırını aşmak'. Umrumda mı peki?
Doğru cevap!

Görüntüler oynarken gözüm yazar çocuğa kayıyor.
- Sen sidik içen çocuk değil miydin? diye soruyorum.
Utangaç bir ifade ile etrafına bakıyor. Duyan oldu mu bu sorumu diye. Kimsenin hiçbir boku iplemediği ortamlarda çalıştıklarını nasıl da unutuyor bu çocuklar anlamıyorum.
- (Fısıltıyla) evet, diyor.
Sonra anlatırım size bu hikayeyi. İnsan Kaynakları alemine armağanım olan bir hikayedir. Literatüre koymamakta ısrar ediyorlar.

Görüntüler benim için yeterli. Çocuk da kafasını sallayınca Tito'ya dönüp:
- Senin işin tamamdır. Gerisi bana ait. Görüntülere FBI adına el koyuyorum. Sen de, al kamera ekibini falan, bas git Berlin film festivaline. Büyük yönetmensin!

Bir tarafları kalkıyor. Asistanına kafa sallayıp onay veriyor. Asistanı da sanki Robert Altman'ın asistanıymış havalarıyla ekibe dönüyor:
- Set kapanmıştır.

CD'nin yüz ifadesine bakıyorum. Ağzına götürmekte olduğu sigarayı elinden düşürüyor. Bu tarafa gelirse Tito tarafından 'ısırılacağını' düşünerek hareket de edemiyor. Taraf tutmak suçu ile ajansta yargılanacağımı bilerek görüntüleri alıp arka kapıdan kaçıyorum. CD'nin şoförüne rastlıyorum: 
- Git içeriden yolcunu al. Buradaki işiniz bitti. Trafiğin en boktan olduğu yolları tercih ederek ajansa doğru gidin bakalım. 

Görüntüleri alıp, post-production'cıların kapısında alıyorum soluğu. Yazar çocuğu orada bırakıyorum. 'Gerisini sen yöneteceksin, büyük bir kreatif eleman olacaksın' deyip çocuğun da gururunu okşayıp oradan kürkçü dükkanıma kaçıyorum. [Hayır, Pimpo değilim, kürk giymiyorum aptal herif, nerenle okuyorsun bu satırları. Laf aramızda, güzel bakış açısıydı. Hiç reklamcılık yapmayı düşündün mü?]

Ajans binasında asansöre biniyorum. Tam kapı kapanırken bir el uzanıyor içeriye. Atölye grubundan rahatsız görünümlü bir çocuk biniyor. 
- Atölye katı mı? Diye soruyorum çocuğa. Şaşırıyor. Kafasını sallıyor. 

'Bu herifleri beş kilometre öteden tanırım' diyorum içimden. Neyse ki atölye tarafıyla fazla 'işbitiricilik oyunu' çıkartmıyorlar başıma. 

Odama geçmeden önce boyalı BB'nin yanına uğramam lazım. Ofisteki lavaboların, kızlar-erkekler ve uni-sex olarak üçe ayrılması gerektiğini söylemem lazım [bak yine sen, farkındayım içinden 'e ama dört etti' demek için kendini zor tuttuğunu. Uni ile sex sadece bu cümlede bir araya gelir, tamam mı evladım?]. İçeride istediğim kadar kalabileceğim lavaboların olmasını istemek suç mu?

Hazır tuvalet/100 numara lafı açılmışken, sidik içen çocuğun hikayesini anlatayım. Boyalı BB, üç ayrı lavabo önerim gibi literatüre geçmesi gereken bu testimi de anlamamıştı zaten. Şimdi bakın...

Hiç yorum yok: