31 Ocak 2009 Cumartesi

hastane

Beyaz kare ile kapanan sahne, beyaz bir görüntü ile açılıyor.
- Gözü açıldı. Diye bir ses duyuyorum. Ses tonu tanıdık geliyor ama çözemiyorum. Birinin elimi tuttuğunu da o sırada hissetmeye başlıyorum.

- JC? Diye soruyor birisi.
- Çok yorgunum acaba asistanımla görüşseniz.
- Ah, tamam, bu kendine gelmiş.

Beyaz bir perdenin üzerinde gittikçe kirlenerek oluşan bir görüntü gibi bir şey görüyorum. Sırtımı dik hale getirmişler ve karşımda dizilmiş birkaç insan görüyorum. Sol baştan sayayım: AJ, herkesin bayıldığı manken kız, BB, Boogie, Madam De Le Patronaj ve daha önceden hiç görmediğim bir doktor.
- Mük nerede? Diye soruyorum. Sağ tarafımdan bir öpücük alıyorum.
- Buradayım şapşal.
- Joanne?

Odada bir sessizlik oluyor. O sırada Mük kulağıma eğilip 'ona söylemedim, henüz haberi yok' diye fısıldıyor. 
Bu kıza boşuna mükemmel demiyorum ben.

- AJ, seni gördüğüm iyi oldu. Bak sana ne soracaktım. Acaba edebiyat da hızlı tüketim ürünü müdür?

BB hemen atlıyor:
- JC'ciğim lütfen kendini böyle aptal düşüncelerle yormayı keser misin?

Neden ki?

- Aa JC, senin gözlerin yeşil mi? Diye soruyor herkesin bayıldığı manken kız.
- Sanırım beni gündüz gözüyle hiç görmedin tatlım.

Bir arkadaşım vardı, erkek arkadaşından buna benzer bir cümle yüzünden ayrılmıştı. Hani kızlar çıkmaya başladıkları ilk günü hatırlar ve bunu her ay kutlarlar ya. Altıncı aylarını kutladıkları akşam çocuk 'aa senin gözlerin yeşilmiş' dediği zaman çocuğun suratına bir tokat atıp ayrıldığını söylemişti. 
Ayrıca benim gözlerim yeşil falan değil. 
BB'nin organizatörlüğünde, odadaki herkes bana geçmiş olsun dileklerini sunup çıkıyor. En son BB gelip beni öpüyor 'akşamki programımı hastanede doldurdun, bana bir başka akşamı borçlusun' diyor ve gidiyor.
Kadraja (pis sırıtışı ile) Mük giriyor:
- Pis çapkın. Duydum BB'nin ne dediğini.
- Ah hadi bakayım. Hem sen eve gitmemiş miydin? Burada ne işin var?
- Eve gittiğimde bir huzursuzluk vardı içimde zaten. Sonra BB aradı ve buraya koştum hemen.

Elini sıkıyorum. 
- Neymiş problem? Neden her şeyi beyaz görüyormuşum?
- Tansiyon problemi olduğunu düşünüyorlar. Resmi açıklama henüz yapılmadı. Deyip duruyor bir süre ve sonra; 'TRT spikeri gibi konuşuyorum ben böyle bazen' deyip gülümsüyor. 

Canım sıkılıyor aslında böyle bit gibi oturmaktan. Canım müzik dinlemek istiyor.
- Ne zaman çıkıyoruz buradan?
- Hemen öğreneyim, diyerek kayboluyor. 

Birkaç saniye sonra içeriye dalıyor. Yanında fıstık gibi bir doktor ile.
- JC Bey, sizi bu akşam evinize gönderebiliriz. Ama yanınızda birinin olması çok iyi olur. Yalnız yaşıyormuşsunuz sanırım. 
- Sizde kalmaya gelebilir miyim? Diye soruyorum.
Gülümsüyor.
- Maalesef bu gece nöbetçiyim.
- Hmm nöbeti şu arkadaş tutsa sizin yerinize (diyerek Mük'ü işaret ediyorum)
Yine gülümsüyor ve sonra:
- Size emanet ediyoruz hastamızı. Diyor Mük'e.

Mük, eşyaları toplamaya başlıyor:
- Hadi kalk pis çapkın. Diyor bana. 'Gidiyoruz.'
Kalktığımda biraz 'ilaç etkisi' hissediyorum sanki. Ayakta durmakta zorlanıyorum. Baş dönmesi var hafif.
- Arabayı kim kullanacak? Diye soruyorum Mük'e.
- Ambulans şoförü kullanacak tabii ki. Senin arabayı da ajansın şoförlerinden biri getirir evine.
- Niyeymiş?
- BB senin bir hafta dinlenmeni salık verdi.
- O zaman taksiyle benim eve gidiyoruz. Diyorum.
- Benim eve gideceğimizi düşünmedin umarım. Diyor. 
- Tabii pis çapkınım ya ben.

30 Ocak 2009 Cuma

hengame

Arada bir ajansın tamamını gören penceremin önüne gidip içerideki hengameye bakıyorum. Kendimi 50'li yıllarda, fabrikasında çalışan işçileri gözetleyen bir 'mogul' gibi hissediyorum böyle yapınca ama bu histen kurtulmam çok uzun sürmüyor. Çünkü ben bu ajansın sahibi değilim, kurucusu değilim, bu bir, ikincisi böyle bir sahnede işçilere baktığım zaman içim daha çok parçalanabilirdi fakat bu hengameye baktığımda bu boku kendi kendilerine yiyen insanlardan başka bir şey görmüyorum.

Hengame deyince, aklınıza bir 'tavuk ve piliç oyunu' geliyorsa, sizi de tebrik etmek istiyorum. 

İçerideki çocuklar, devamlı bir şekilde o konkurdan, bu konkura koşturup duruyorlar. Onları koşturan patronları değil aslında: Serî bir biçimde, üzerine pardesüden başka hiçbir şey giymemiş teşhircilerin önünü açıp kapatması gibi konkur açıp kapayan kararsız reklamverenler. Bizim HH haricindeki hiçbir müşteri ajansından sıkılmamıştır herhalde. Aslına bakılırsa biz de HH'ı elimizden birkaç defa kaçırıyorduk ama ne yapıp ettik ve ajans değiştirmelerini engelledik. İlişkiyi heyecanlı tutabilmek için çeşitli fanteziler denedik. Elbette ben de hissediyorum ki, bu sunî fanteziler ile ayakta durabilen bir ilişki, ilişki değildir. Zaten siz bu piyasada herhangi bir 'ilişki' olduğunu mu zannediyorsunuz? Tamamiyle para üzerine kurulu 'aşk ilişkileri' gibi, bu ilişkiler de bitmeye mahkum. Üzerine bina inşa edeceğiniz zemin, gücünü paradan başka şeylerden alıyor olmalı. Ah şimdi aşk böcekliği yapıp bana sevgiden, romantizmden falan bahsetmeyin. Onlar da organik içecekler değil. Tamam. Belki 'sevgi' diye nitelediğiniz şey ile güzel bir noktaya değiniyorsunuz ama onun renginin yeşil olması gerekmiyor. Lütfen bunları da kendi kafanıza bir şekilde sokulmuş metafor ögelerine indirgemeyin. İncelemek istediğiniz şeyi kendi hizanıza çektiğiniz an, onun sizden daha yüksekte bir yerde olduğunu unutmayın ya da incelemek için yerden kaldırdığınızda onun biraz önce yerde olduğunu unutup da sizinle aynı seviyede olduğunu sanmayın. [Farkındayım, muhtemelen götünden anlayacağınız bir ton laf edip duruyorum. İlk sapağı gördüğüm anda sağa döneceğim merak etmeyin.]

Mükemmel Asistanım dalıyor odaya. Karşımdaki ikili koltuğa atıyor kendini.
- Off JC, bıktım bu işlerden.
- Erken pes ettin. Sana üç sene daha vakit veriyordum halbuki.

Çıplak ayaklarını havaya kaldırıp ayaklarına bakıyor. Benim açımdan bakıldığında gözleri şaşı görünüyor.
- Ayaklarını havaya kaldırdığında eteğinin açılacağını da hesaba katıyor musun? Aa bir dakika, sen ne mezunuydun? Mühendislik?
- Bakıp bakmadığını görmek için bilerek yapıyor olabilir miyim?
- Farkındayım.
- Ben de senin bakmadığının farkındayım. Güzel! Testi geçtin.
- Hayat neden böyle saçma sapan testlerle dolu?
- Aynısını ben de sana soracaktım.
- Sana ne testi yaptım ki ben?
- Her gün 'ne kadar dayanacak bakalım bu salaklıklara' diyerek beni sınamıyor musun?
- Salaklık dediğin şeyler ile neyi kastettiğini bir anlasam...
- Bugün kadının biri seni aradı. Konkur haberi verecekmiş sana.
- Verdi mi peki bana haberi?
- Onun yerine seninle ilişkimiz olup olmadığını sordu. Brooklyn Köprüsünün Altı'nda görmüş bizi.
- Haberi vermedi yani ha?
- Sana mail atacakmış.
- Güzel.
- Bu arada karşılaşırsanız, benim kızarkadaşımı elimden alan adam olduğunu söyledim ona.
- Harika.
- O da aynısını söyledi. Pislikmişsin sen. Daha önce de onun ev arkadaşını almışsın elinden.
- Neler öğreniyorum böyle.
- Ben de.
- Peki ben şu anda senin kızarkadaşın ile birlikte miyim?
- Evet. Hani şu herkesin bayıldığı manken kız var ya, işte o.
- Karmakarışık oldum ben Mük. Dikkatim dağıldı.
- Benim her şeyim darmadağın oldu. Eve gitmek istiyorum ben.
- Hadi git o zaman. 

Çıktıktan sonra aklıma geliyor o herkesin bayıldığı manken kız ile görüşüp görüşmediklerini sormak. Maillere bakıyorum, evet, gelmiş bir konkur haberi. 'Girmek istiyor musunuz?'

- Girmek istiyor muyuz? Diye kendime sorarak az önce Mük'ün oturduğu ikili koltuğa uzanıyorum. Tavana bakarak düşünüyorum. Acaba evet mi, hayır mı? Karar veremiyorum. Yattığım yerden sidik içen çocuğa sesleniyorum. Nasıl oluyorsa ona seslendiğimi duyuyor ve odaya giriyor.
- Konkura girmek istiyor muyuz? Diye soruyorum ona.
Doğal olarak, her çalışan, her insan, her şartlanmış varlık gibi 'ne konkuru?' diye soruyor bana.
- Önemi var mı? Diye soruyu geri gönderiyorum. Soruya soru ile cevap vermek kadar iğrenç olduğu kadar zevk veren başka bir şey var mı? [Elbette var, biliyorum ama ben piyasalardan bahsediyordum. Ah tamam. Sustur şu kafandaki düşünceleri artık, şu anda sadece okuyor olman gerek.]
- Girelim o zaman. 
- Tamam.

Sırtını dönüp gidiyor. Boyalı BB geliyor bir anda aklıma. Tam o sırada koridordan geçtiğini görüyorum. 'Bibiiiiiiiiiiiiiiiiiii' diye bağırıyorum. Duyuyor ve odaya giriyor. Beni sanki intihar etmek üzereyken yakalamış gibi bir yüz ifadesine bürünüp panik içerisinde 'neyin var JC'ciğim' diye soruyor. 
- Akşam seni güzel bir yere götüreceğim. Tüm programını boşalt. Diyorum.
- Tamam olur. Diyor. Sonra eski konuya geri dönüyor: 'Neyin var JC? İyi misin?'
- Harikayım beeeeen. Diye bağırıyorum.
İnanmıyor doğal olarak.
- Yorgunum biraz ama yine de sanırım kıyıya kadar yüzebilirim. Dedikten sonra yere yığılıyorum.

Her yer bir anda bembeyaz oluyor. Acaba hatırladığım son şey BB'nin beyaz gömleği ve beyaz eteği olduğu için mi böyle bir etkiye büründüm yoksa gerçekten her şey gözünün önünden uzaklaşırken beyazlaşıyor mu?

29 Ocak 2009 Perşembe

sahil

Önümüzdeki hafta aramıza üç kişi daha katılacak. Şu anda hiçbirini tanımıyorum, tanımıyoruz, tanımıyorsunuz. Boyalı BB'nin direktörlüğünde geçecek bu seanslar arasında eğer kendime birkaç dakikalık solo vakit bulabilirsem kendimi daha iyi hissedeceğim.

'Kendimi daha iyi hissedeceğim' dedim. Bilerek böyle dedim elbette çünkü ben zaten kendimi iyi hissediyorum. CV'ler denizinden kendimi kurtarıp, arabaya atlayıp Joanne'le buluşacağımız noktaya giderken (neresi olduğunu söyler miyim, pışşııık!) arabada Rolling Stones açıyorum: En sevdiğim Rolling Stones albümleri listesinde ilk üçe giren Exile on Main St. Rocks Off ile başlıyorum eğlenceme.

Sahil yolunun trafiği gözüme batmıyor bile. Bu şehirde insanların neden trafikten bu kadar dert yandıklarını da anlamıyorum. Bundan bir iki sene önce her yer yazlık kasabası gibi tenha mıydı sanki? Belki yaşlandığınız için trafikten bunalıyorsunuzdur ha, wayni bayni tipler, size söylüyorum! Ben yaşlanmıyorum. Hatta her geçen gün gençleşiyorum. 

i'm always hearing voices on the street,
i want to shout, but i can hardly speak.

- Bu şehri seviyorum, diyorum sesli bir biçimde. Yanımdan geçen araçlardan bir tanesinden, dudaklarımın oynadığını ve arabada tek başıma olduğumu gören birisi 'telefonda konuştuğumu' zanneder. Zannetsin. Zanetti.

And i only get my rocks off while i'm dreaming.

İnsanların tamamının kafasındaki 'hayal dünyası' ile yaşadığını tahmin ediyorum. Bu teorimin doğruluğunun bir gün bilim tarafından da açıklanacağını ümit ediyorum. Dünyadan, yaşadıkları şehirden, hiç tanımadığı insanlardan dert yanan insanların kafasındaki hayallerde bir bozukluk olduğunu düşünüyorum. Belki bir gün 'kafandaki düşünceleri tamir etme' servisleri de kurar birileri ve üzerine para verip yine hayallerini başkalarının eline bırakmış olur bu insan ırkı. Sadece bu şehir üzerinden konuşmuyorum. Bu hastalık tüm dünyada var. Hiç bilmediği ülkelerin yok olması gerektiğini, yok olması 'insan hakları' zımbırtısına aykırıysa da, bok içinde yüzmesi gerektiğini düşünen insanlar dünyanın her yerinde var. Sosyolojik faşistler sizi. Trafik sosyologları sizi. Sıkışık trafikte bir şeyler satıp para kazanmaya çalışan insanların nasıl da orada bir anda 'bittiğini' o küçücük kafalarıyla anlamaya çalışan ve bunun üzerine konuşarak trafikten dert yanmayı kendilerinde bir hak olarak gören şehir insanları. Biliyorsunuz değil mi, sizden milyonlarcası var burada. 
Halbuki insanoğlu kendisinden bir tane daha görmeye dahi dayanamaz. Bık bık edip duran sizler, nasıl dayanıyorsunuz bu yoğunluğa?

Sahilin güzel kokusunu çekiyorum içime. Korna sesleri, bağırış ve çağırışları filtrelemeyi öğrettim kendime yıllar içerisinde. O yüzden sadece hafif bir rüzgar sesi ve güzel bir deniz kokusu geliyor arabanın içine. 

Sonra kendime kızıyorum. Neden bunca insanın derdi beni gerdi ki şimdi? Hemen şarkıyı değiştiriyorum: 'Turd on the Run'.

Bazen AJ'yle ortak yanlarımdan birinin de bu olduğunu düşünüyorum: Diğer insanların mutsuzluğu onu nasıl da mutsuz eder. Sanırım ben de bunun üzerine çok fazla düşündüm. 

Aha. Joanne'le buluşacağımız noktaya geldim. Elbette buluşma noktamızı seçerken park etme zorluğu ile de savaşıyor zihnimiz. O yüzden burayı seçtik. Neresi olduğunu size söylemeyeceğimi daha önce belirtmiştim, değil mi? Canım güzel bir Türk kahvesi çekiyor. Şu dünyanın en güzel boğazına bakarak içilecek en 'zihin açıcı' şey: Kahve. Hangi cinsi olursa olsun. 

İçeriye girdiğimde bana el sallıyor. Gülümsüyorum, sanki içeride dünyanın en güzel insanını göremeyecek kadar kör olduğumu düşünüyor.
Bu arada şimdi fark ettim; Joanne hep benden önce buluşma noktasına ulaşmış oluyor. Acaba bu şehrin yollarını yeterince bilmiyor muyum ben? Olabilir. 

Yine de bu şehri çok seviyorum. Seni de Joanne.

28 Ocak 2009 Çarşamba

afişet

Afişet seçmek kadar eğlendiğim bir başka şey var mı diye düşünüyorum...

Ben bunu düşünürken, siz okumaya devam edin.

Boyalı BB beni odasına çağırıyor. 'Ajansın koskoca işbitiricisini nasıl ayağına çağırıyor bu kadın' diye Mükemmel Asistanıma söylene söylene çıkıyorum odadan. Rol yaptığımı biliyor. Asla söylenmem. Belki de yaptığım bu roller ile 'söylenme' güdülerimden kurtuluyorum. Olsun. Ne fark eder, birlikte çalışması çok eğlenceli bir adamım ben sonuçta. Söylenme güdülerimden nasıl kurtulduğumun önemi var mı? YOK!

BB'nin asistanı da ajansta sevdiğim kızlardan biridir. Enteresan tip olduğu için seviyor olabilirim. Mükemmel Asistanımı işe almadan önce ajans içindeki kıpraştırma operasyonlarından birinde kapmayı düşünüyordum ama Boyalı BB işe geldiği gibi 'bu asistan benimle çalışacak' diyerek kaptı kızı elimden. İyi de yaptı, böylece ben de Mükemmel Asistanımı işe almış oldum. Evet, onu ben aldım işe. Görüşmesini de ben yaptım, performans değerlemesini de. Kimin ihtiyacı var şu İK eklerine! Şakacı Kadın'ın kulağına 'bana asistan lazım' demek yeterliydi. En iyi headhunter'lar genellikle bu işle uğraşmayan insanlar olur, kanımca, hatta bir adım daha ileri gidip 'en iyi yazarlar reklam ajanslarında çalışmayan yazarlardır' demeyi, 'en iyi müş-temler reklam ajanslarında çalışmayan müştemlerdir' diye çığlık atmayı ve 'en sağlam sanat yönetmenleri reklam ajanslarında çalışmayan sanat yönetmenleridir' diyerek demeç verme hakkını da kendimde buluyorum. İster beğenin, ister sırtınızı çevirip gidin, isterseniz 'sana karşıyım JC' deyin. Umrumda bile değil. Haydi öteki paragrafa geçiyoruz artık, burası çok fazla kelime dolmaya başladı.

Şakacı Kadın kim oluyor diye sordunuz kendinize. Aslında bunu sormanız gereken kişi BEN'im, ben! Kendisi dünya üzerine gelmiş, çalışabileceğiniz en eğlenceli kişidir -ben ikinci sırada geliyorum-. Hayatı şaka yapmakla geçer. En büyük şakası erkek arkadaşını doğum kontrol hapı kullandığını söyleyerek kandırıp sonra hamile kalmasıdır. Bir kere bile bundan pişman olmadı ve çocuğu doğurdu. Adamı hiçbir şekilde sorumluluk altına sokmadı. 'Şaka çocuğu' ile birlikte hayatına devam etti. Çocuk şimdi kocaman olmuştur. Umarım ona da 'seni leylekler getirdi çocuğum' şakasını yapmamıştır. Gerçi bu bir şaka değil, gerçek: Her çocuk dünyaya leylekler tarafından getirilir. Evet. İnansanız da inanmasanız da, bu böyledir. [Leylekler, beyazlar içindeki insanlar için de kullanılabilecek bir metafordur. Yani doktorlar!]

Neyse işte, headhunter'ınızdan isteyeceğiniz bir eleman, CV'ye bile bakmadan, altıncı hisleriniz, edeceğiniz sohbet ve sonrasında kafanızda kalacak olanlardır önemli olan. Para konusunda da anlaşırsanız, dünyanın en büyük insan kaynakları dersini almış olursunuz. İK, İK diyerek neden bu kadar patırtı koparttıklarını anlamıyorum.

BB'nin asistanı enteresan bir şekilde, yerde oturan cinsten. Masanın arkasında gizlenmiş.
- Hola. Diyorum.
Masanın arkasından kafasını kaldırıp bakıyor. Kucağında bir sürü CV ile yere çömelmiş ve CV sahiplerini arıyor. Telefonu omzu ile kulağının arasına sıkıştırmış, ağzında bir kalem ile bana baktığı zaman 'sekreter' tipi canlanıyor zihnimde. Neden yere oturduğuna dair bir fikrim yok. Boyalı BB ona da 'zen' öğretilerini mi aşılıyor acaba? BB'nin böyle bir 'pozitif enerji' hastalığı var.

İçeriye dalıyorum. Kapıyı ardına kadar sertçe itip, duvara çarpmasını sağlıyorum. Boyalı BB korkuyor tabii ki bu hareketimden dolayı zira içeriye soygun veya tecavüz amaçlı bir ziyarette bulunmuşum havası veriyorum.
- Korkuttun beni JC'ciğim. Gel bakalım. Müşteminizi seçelim seninle birlikte diyor.
- Afişet, diye düzeltiyorum sözünü.
- Çok ayıp JC'ciğim. Diyor. Ah bu kadının bu TRT sansür kurulu havası bana sıkıntı veriyor. Neden bu kadar çok vakit geçiriyorum ki bu kadınla ben. Sanırım onu bu hayattan çekip kurtarmak istiyorum bir şekilde. Neden böyle hislere kapıldığımı da merak etmiyor değilim. Bulurum bir gün sebebini.

CV'lere bakıp vakit kaybetmek istemiyorum aslında. 
- BB'ciğim, diyorum. Sen bu CV'leri bana göstereceğine ve tek tek okuyacağına, neden hepsini çağırıp karşımıza dizmiyorsun?
- Dans mı ettireceğiz JC'ciğim? Diye soruyor.
- (Hmm güzel fikir) Aklıma gelmemişti bu ama tabii neden olmasın? Güzel fikir. Hadi yapalım. Güzel fikirler çöpe gitmesin BB'ciğim.

Bunun yerine oturup bana saatlerce bu işlerin nasıl yapıldığını anlatmayı tercih ediyor. Sizin bu satırları okuduğunuz sırada BB konuşmaya devam ediyor ama ben 'mute' bir şekilde algıladığım dudaklarına bakıyorum ve size bu satırları yazıyorum. Biliyor musunuz aslında dünyada bir yığın işsiz olmasının sebebi İnsan Kaynakları departmanlarının ta kendisi olabilir. Neden olmasın? Her birine bir şans verilmesi gereken insanlar bu sıkıcı prosesler uygulandığı için hem daha uzun süre işsiz kalıyorlar ve sonra labirente konmuş fare gibi bir sürü efor sarf etmek zorunda kalıyorlar. Her seferinde içlerinden 'of bugün canım o kadar sıkkın ki, sizinle iki dakika bile konuşasım yok' diyeceklerine 'evet, hayır, ah tabii ki, çok güzel bir gün, yolda gelirken güneşe baktım ve seni seviyorum güneş amca diye bağırdım' gibisinden ottan bottan cümleler kurmak zorunda kalıyorlar belki de. Halbuki bir iş görüşmesi de şöyle başlasa: 'Sizin tipinizi hiç sevmedim, lütfen bana başka insanlar yollayın. Sizinle iş görüşmesi yapmak istemiyorum.' Harika olurdu öyle değil mi? İnsanlar içlerinden geldiği gibi davranabilmeli bu 'çalışma dünyasında'. 

- Anladın mı JC'ciğim? Diye soruyor BB bana. Elbette dinlemediğim için anlamadım ama kafamı sallıyorum. İnanıyor bana. Bu mu İnsan Kaynakları?

- BB, bence iş görüşmeleri sıcak küvetlerde yapılmalı. Adaylar soyunup küvete girmeli, sen ve ben de çıplak olmalıyız ve bu şekilde iş görüşmesi yapmalıyız. Sıcaklığın gelişmesi ve karşındakini tanımak açısından bu çok faydalı olurdu.

Kimse beni anlamıyor. Anlamak istemiyor. Harika fikirler sunuyorum insanlığa ama beni dinleyen yok. Halbuki az önce aklıma gelen bu yöntem ile gerçekten iyi insan seçilebilirdi. Mesela devamlı sizin oranıza buranıza bakan çalışanın 'dikkat eşiği' çok düşük diyebilirsiniz veya bir ihtimal daha var 'siz çok taş gibisiniz'. [Elbette, ne zaman küvettem çıksam, adayımız benim orama burama bakmak zorunda kalacak, bunun adaydaki 'dikkat eşiği düşüklüğü' ile hiçbir alakası yok zira adayımız 'maldan anlıyor' olacak. Bence.]

Ya şimdi en baştaki sorumuza dönersek, afişet seçmekten daha eğlenceli bir şey var mı bu ajansta? Yok, inanın CJ'e laf sokmak veya AG'ye bok atmaktan bile zevkli bu ya. 

27 Ocak 2009 Salı

all i ever wanted

Brooklyn Köprüsünün Altı'na girdiğimiz gibi Basshunter'ın 2008 model bu şarkısı ile karşılaşıyorum. Size daha önce söylemiş miydim bilmiyorum ama EuroDance şarkılarından pek  hoşlaşmam ama nedense bu şarkı beni pantolonuna bit kaçmış maymun gibi dans ettirir. [Evet, ev maymunlarına pantolon giydirilir.]
- All i ever wanted, was to see you smiling, diyerek ben de şarkıya eşlik ediyorum. Suratı şu anda beş karış olduğu halde sekiz cinayet işlettirecek tatlılıktaki Mükcüğüme dönerek. 

Mik'le Aloe Vera'nın yanından ayrılıp kendimizi buraya atmaya nasıl karar verdiğimizi hatırlamıyorum. Onları da davet ettik diye hatırlıyorum ama Mik bana 'ben artık dans edemeyecek kadar yaşlıyım evlat' cümlesini verdi. [Nasıl karmaşık bir hafızam var bu gece. Kısmî unutkanlık.] 

- Ben kız arkadaşımdan ayrılmışım, beni getirdiğin yere bak JC. Biz burada tanışmıştık onunla yaaa. Diyor.
- Harika işte. Diyorum. Bu dans figürlerimle Austin Powers'a benzediğimi düşünerek. Üzerime şu mavi ceketi ve mavi pantolonu ne zaman giydiğimi de hatırlamıyorum.

- Ne içirdiniz bana siz? Son birkaç saati hatırlamıyorum. Diyorum Mük'e.
Omuz silkip bara doğru ilerliyor. Ben de arkasından. Dans eden kitleye baktığımda, tanıdık bir iki surat görüyorum. Şu herkesin bayıldığı manken kız da orada. El sallıyor uzaktan, asker selamı veriyorum durarak. Hazır havaya girmişken, bara kadar rap rap yürüyen asker gibi gidiyorum. 

- Hangi konuda anlaşamadığınızı merak etmiş bulunmaktayım Mükcüğüm. Diyorum.
Müziğin sesinden olsa gerek, suratını ekşitip 'uf duyamıyorum seni, biraz  daha bağır' hareketi yapıyor.
Tam ben bağırarak yeni bir cümle kuracakken, şarkı 'club, base' kısmına giriyor ve ben götümdeki bitler yetmiyormuş da, cebimde bit dolu bir kavanoz taşıyormuşum gibi cebimdeki bitleri de pantolonumun içine boşaltıp fırlıyorum ortaya. Mük tarafından arkamdan yapılan hareketi görmüyor değilim: 'Siktir git JC!'

Mük aşk derdinde, ben bit derdinde. Ya da 'beat'?
Manken kız, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte yanıma geliyor. Bağıra bağıra:
- Jey Siiiiiiiiiiiiiiiiiii diye bağırıyor, kollarını açıyor, bana sarılıyor. Ah çok sevecen bir insanım.
- Bayılıyorum bu şarkıyaaa, diye bağırıyorum.
- Seni görmek ne güzeeeeeeeel.

Neden her kelimenin sonunu uzatıyoruz böyle? Şarkı bitmek üzere. 'Görüşürüz' sinyalini verip bara geri dönüyorum. Tam o sırada [nasıl bir playlist ise] Justin'in What Goes Around... Comes Around'ı çalmaya başlıyor ve ben su altında dans eden balık modeline dönüyorum. 
- İstek parçan mıydı bu? Diye soruyorum Mük'e.
Cevap bile vermeden sandalyesinden inip müziğe bırakıyor kendini. Güzel gelişmeler bunlar. Barda tek başıma kalınca yan taraftaki sarışın bana dönüp bakıyor. Asık suratlı bir bakış atıp çekiyor bakışını. Off. Sanki şu arkasında dikilen bok sinekleri benden daha değerliymiş gibi hissettirmeye çalışıyor. Bu durumda en iyi el, 'flash royal'dir. Flash royal ne midir? İzleyin beni.

Ceketimin yakalarını kenara açıp, teşhirci gibi iki yana açıyorum. 'Ne yapıyor bu herif' gibisinden bakıyor. Yüzüme bir gram bile gülücük koymadan yanına gelip 'sizin kim olduğunuzu biliyorum' diyorum. Şaşırma efekti biniyor suratına. İçimdeki gömlek ya da tişört, ne varsa artık, göğüs kısmını 'flash edip' tam ortasına bir imza atmasını istiyorum. Elbette kalemi yok. Tam o sırada arkamdan 'herkesin bayıldığı manken kız' dokunuyor.
- JC naapyorsun sen? Diye soruyor. 
O sırada mükemmel asistanım da bardaki yerine geri dönüyor. Tamam artık, sırtımı dönüp gidebilirim. 'İyi akşamlar' diyerek dönüyorum yerime. Arkamda meraklı bir kadın bıraktım. 
Bunu kendisi istedi, bana öyle 'pis' bakmayacaktı. 
- Flash royal yapıyorum. 
- Tanıştırsana bizi, diyor Mük.
İsmini bilmediğin iki insanı nasıl tanıştırırsın? Eric Clapton ile Mark Knopfler'ı tanıştırırken şöyle mi diyeceğiz yani: 'Eric, bu Mark. Mark, bu Eric.' Hadi oradan. 
- Tanışın! Diyorum kızlara.
Tokalaşıyorlar. 'Ben Mük' diyor Mük 'JC'nin Mükemmel Asistanı. Sen de herkesin bayıldığı şu manken kızsın değil mi?' diye soruyor.
Ah işte, bir üst paragrafta demiştim size. 
- Bize katılsana, diyor Mük ve olay orada toparlanmış oluyor. O sırada arkamdan bir el omzuma dokunuyor. Kim olduğunu biliyorum. Suratıma en iğrenç ifademi takınıp dönüyorum:
- Ne var?
(Pause)
- Ateşinizi alabilir miyim? (Güzel numara. Sıçtığını kabul ediyorsun yani. I rest my case.)
Sanki az önce hiç konuşmamışım gibi, sigarasını yakıp sırtımı dönüyorum. Umarım bir sonraki gelişimde burada olmazsın bebek.

Bizimkine döndüğümde, suratının düzeldiğini görüyorum. Keyfi yerine gelmiş. Herkesin bayıldığı manken kıza bakıyorum, onun da keyfi yerinde tabii [Beni görünce kimin keyfi yerine gelmez? Hadi, saymaya başlamayın şimdi. İşiniz yok mu sizin?]. Acaba söylesem mi Mük'ün kulağına o bilgiyi? Aaah. Hayatı insanların keşfetmesi için bırakmak bazen daha güzel sanki. Hayata müdahele eden insanlara bir bakın: Nasıl da mutsuzlar.

Ben mutluyum. Telefonumdaki titreşimi hissedip, ekranda Joanne ismini gördüğümde daha da mutlu oluyorum. Telefon kulübesine giderken 'yaloo' diye açıyorum bile telefonu. O kadar sabırsızım yani. Laurent Wolf'un No Stress'i çalmaya başlıyor içeride. Wofff! Bayılırım!

26 Ocak 2009 Pazartesi

jc sosyalleşiyor

Çat kapı yapmak güzel bir şey. İnsanları en hazırlıksız anında yakaladığınız için demiyorum, en doğal halleri ile görebiliyorsunuz onları.
Arka tarafa yeni taşınan çiftin bahçesinden içeri giriş yapmıştım. Eğlenceli bir adam olsa gerek, eline küreği geçirdiği gibi:
- Kim var orada! Diye bağırdı.
- Benim, Clint Eastwood. Silahsızım. Dedim bağıra bağıra.

Tipimi algılayınca utandı biraz.
- Boşver dedim, ben olsam taş falan atardım. Siz yine soğukkanlısınız.
Sıcak bir adama benziyor. En azından gülümsemeyi biliyor. 
Elimi uzattım:
- Merhaba ben JC. Bana JC deyin lütfen ya da bana lütfen JC deyin.
- Merhaba, ben de Mik. Dedi. İçimden büyük bir 'oha' çektim. Karısının adı da 'Mük' ise şurada yığılıp kalacağım.

Verandaya geçtik birlikte. İçeriden karısı geldi yanımıza.
- Mahalleye hoş geldiniz. Elim boş gelmiş olmayayım diye size kendi ellerimle satın aldığım hazır brownie'yi getirdim.
Karısı da kendisi gibi sıcak bir insana benziyor. Gülümseyerek elini uzatıyor, önce tokalaşıyor benimle sonra brownie kutusunu alıyor. Buraya dikkat kesiliyorum zira genelde kadınlar önce elimdeki brownie'yi alıp sonra elimi sıkar. Bu kadında bir değişiklik var demek ki.
- Merhaba, benim adım Aloe Vera. Kısaca Vera da diyebilirsin, Aloe de.
- Peki Vera, biz verandadayız Mik'le birlikte. Hahaha. 

[Biliyorum, soğuk bir görünümün altında sıcacık bir insan barındırıyorum. Aslında soğuk göründüğümü de söyleyemezsiniz, zira beni görmüyorsunuz. Oturun yerinize, daha ara vermedik.] 

Neden hoş geldine gelmiş misafirle kahve içerek sohbet edilir? Ben çay içmek isterdim aslında. Olsun. Hoş insanlara benziyorlar. Yalnız karı koca samimiyetleri fazla yok gibi. Bu sahneyi önceden bana yazılı biçimde verseydiniz, kafamda birbirine sokulmuş yeni evli, aşk böcüğü bir karı-koca ile karşılarında dikilen bir JC'yi hayal ederdim ama bu sahne biraz farklı yorumlanıyor sanki. Mik bir sigorta şirketinde üst düzey yöneticiymiş. Bu düzeylerin neden ileri ve geri olmadığını düşünüyoruz birlikte. 
Doğal soru gelmekte gecikmiyor: 'Evli değil misin, aaa neden? Halbuki çok tatlı birine benziyorsun.'
Evet, diyorum, çok tatlı olduğum için evlenemiyorum zaten zira kanunlar beni aynı anda sadece bir kadına veriyor. Halbuki bu durum kadınlar arasında bir çatışmaya yol açıyor. İnsanlığa gözyaşı ve mutsuzluk bırakmak yerine kendimi eşit parçalara bölerek kadınlara dağıtıyorum diyorum. [Bunu söylerken Mik pis pis sırıtırken Aloe Vera gülümsemesinin üzerine faltaşı gibi açılmış gözlerini oturtuyor.]
İnanıyorlar!
Ah! Deli misiniz? Diyorum. Hiç olur mu öyle şey. (Biraz utangaç bir ifade ile) Aslına bakılırsa ben hayatımı fahişelik ile kazanıyorum, bu yüzden de hiçbir kadın benimle aile kurmak gibi bir düşünceye kapılmıyor. [Bunu söylerken Aloe Vera atlayıp 'reklamcıyım dememiş miydin az önce JC' diye soruyor ve bu senaryoyu da çöpe atıyor.]
- Ayrıca, diyor, erkeklerin aksine kadınlar hayatını fahişelikle kazanan bir adama karşı -ki ona jigololuk diyebiliriz- erkeklerin fahişe kadınlara beslediği duyguların aksini beslemeye yatkındır ve dolayısıyla onları alıp bu hayattan kurtarmaya meyillidirler. Bunu da geç bakalım. Diyor.

Sohbetimin yozluk seviyesine inip çıkabildiklerini görünce ısınıyorum bu komşucuklarıma. Komedi miktarı mı desek buna yoksa? 
- Peki diyorum. O zaman size gerçeği söyleyeyim. İşim gereği çok saçma sapan bir adam haline geldim ben. Bu yüzden beni üç dakikadan fazla kaldırabilen kadınlara 'halterci' diyoruz fakat bu kadınlar da biraz 'erkeksileşmiş' oluyor ve ben nedense böyle kadınlardan pek hoşlanamıyorum. Diyorum.
Aloe Vera gibi Mik de bunun gerçek cümle olduğunu anlıyor.
- Sevdiğin biri olmadı mı şimdiye kadar? Diye soruyor Aloe.
Konuyu dağıtmam gerektiği hissine kapılıyorum bir an. Elimi fazla açtım galiba.
- Bu arada farkında mısınız biz bunları konuşurken içeride bangır bangır Ludwig Van Beethoven'ın 3ncü senfonisi, E flat, opus 55 çalıyor, diyorum.

Mik bir kahkaha patlatıyor ve içeriye geçip müziği değiştirmeye gidiyor.
- İyi anlaşacağız JC. Senin gibi eğlenceli bir komşumuz olduğu için şanslıyız sanırım. Diyor. Sonra içeriye sesleniyor: Değil mi Mik?
- Harika. Bu evi seçtiğim için kendimle gurur duyuyorum. Diye sesleniyor içeriden. Kahkahası ile birlikte. Amerikalı falan mı bu adam diye merak ediyorum. Neredeyse her cümleden sonra bir kahkaha attığını hissediyorum.

- Sen ne yaparsın Aloe Vera? Diye soruyorum. Ne iş yaparsın?
- Reklamcıydım. Diyor. Ben içimden bir 'yok artık' çekiyorum.
- Aa nerede?
- Tursi'yi bilirsin, diyor. En son onlarla çalıştım. Sanat Yönetmeniydim diyor.

Haa evet, bu insan bir 'sanat yönetmeni'. Bizim atölyedeki 'ucuz iş güçleri' gibi 'grafiker parçası' değil.  Konuşmasından belli.
- Harika bir seçim yapmışsın, diyorum. Şimdi ne yapıyorsun?
- Tursi'lerle çalışarak mı yoksa oradan ayrılarak mı, diye soruyu geri gönderiyor bana.
- Elbette reklamcılığı bırakarak, diyorum.
- A evet. Harika oldu. Sonra Mik ile tanıştım ve hayat böyle gerginliği olmayan bir şeye dönüştü. Diyor. Nerede tanıştıklarını sormayı başka bir bölüme bırakarak elinde bir kutu puro ile birlikte dönen Mik'e bakıyorum. 'Harika.'
O sırada Aloe Vera önceki mevzuya dönüyor.
- Yok mu hayatında kimse? Diye soruyor. Bu sefer feci sıkışıyorum. Artık biraz dökülmenin vakti geldi sanırım. 

- Var, diyorum. Enteresan bir şekilde var. Sonra biraz dramatize ederek, daha fazla soru sormayın bana dermiş gibi gözlerim dalmış bir şekilde yere bakıyorum. Anlıyor ikisi de. 
- Hadi yak bakalım, diye kibrit uzatıyor Mik.

Telefonum çalıyor. Arayan Mük.
- Mük? 
- JC. Of ben bu kızla kavga ettim. Ayrılıyoruz galiba. Sana gelebilir miyim?
- Gel, diyorum. Ben komşularımdayım. Buraya geldiğinde kapının önünde opera söylemeye başla, sesini takip edip seni almaya gelirim. Diyorum.

Üzerinde yazmasa da 'Mük kim?' sorusunu içeren bakışlarla karşılaşıyorum telefonu kapatıp sohbete döndüğümde. 
- Benim Mükemmel Asistanım. Ona kısaca Mük diyorum. Kız arkadaşı ile kavga etmiş. Ayrılıyorlarmış. Ah ben daha heteroların neden birbiriyle kavga ettiğini anlayamıyorken... diyorum ve durup, karşımdaki çiftin gözlerinde 'yargılama' cümleleri arıyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Konuyu değiştirmek için harika bir pozisyon. Göğsümde yumuşatıp:

- Bu arada Mik, bu malı nerden buldun. Tam bir 'real stuff'mış, diyorum.

25 Ocak 2009 Pazar

tv seyrediyorum

Ah tv seyretmeye bayılıyorum.
Ya da hayır: Bayılmıyorum. 

İnsanları yavaş yavaş öldürüyor bu alet. Hani şu televizyonun dünyaya yayıldığı ilk dönemlerde insanların tv karşısına dizilip saatlerce bakıyor olmasını resmedelim birlikte: Eski devirlerde bir gün, biri çıkıp 'bir alet geliştirilecek ve insanlar saatlerce gözlerini ayırmadan ona bakacaklar, grup halinde ya da bireysel' dediğinde 'hadi ordan, pis moruk, sen git kişisel gelişim hikayelerinde başrol oyna. Hadi naş naş!' demiş midir oradaki insanlar? Demiştir. Afedersiniz insanlık şu pikaplara bile bakarak müzik dinlememiş. En azından aksiyona geçip dans falan etmiş.

Televizyonu ele geçiren, tüm insanlığı besleyen su kaynağını ele geçirmiş gibi oluyor: O suya işemediğini nereden bileceğim, nasıl güveneceğim? Dünyada şimdiye kadar bulunmuş en sinsi icat olarak bahsedebiliriz kendisinden. İnsanların en büyük zaafını sömürüyor: İzlemek. Bir de tv öncesinde insanların bu güdüsünü nasıl aradan çıkarttığını düşünüyorum. Ah, hayır, sanmıyorum insanların birbirine bakarak hayat geçirdiklerini. Düşünsene, her gün aynı insanlar! Nesine bakacaksın. Aynı insanlar sana kaç farklı drama veya komedi sunabilir? Üstelik tiyatro denilen şey ile bir şekilde bu aptal güdünün esiri olmaya devam ediyorsun. Ayrıca eminim ki 'ne bakıyosun kardeşim' cümlesi ile başlayan kavgalar tv sonrası döneme denk geliyordur.

Sabahın köründen gece yatana kadar 'ona karşıyım', 'şuna karşıyım', 'buna karşıyım' diye cümleler kurarak 'fikir bildirdiğini' ve 'tartışarak geliştiğini' zanneden insanoğlu beni yiyip bitiriyor sevgili okurlarım. 'Karşıyım' de karşı taraf anlar. He, zaten yalan da söylemiyorsun, karşındakininin karşısındasın, karşındakine karşı oluyorsun ama o da sana 'karşı' oluyor. Pöf. Çok sıkıcısınız! 

Çıkın biraz dışarı. Kapatın televizyonlarınızı a salak insanlar! 'Tiyatroya gidin' gibi 'işsiz kaldık bu tv yüzünden, bari insanları tekrar geri çekelim bu salonlara' diye ağlak cümleler kuran insanlar gibi tiyatroya gidin de demiyorum. Bu dünya çevrenizde dönüp bitiyor. Sınırlı sayıda günleriniz var ve siz bunu 'haber-maber', 'dizi-mizi', 'şov-mov' diyerek mi geçireceksiniz? Hayal dünyalarınız yok oldu. Televizyonda gördüklerinizden başka hayaliniz yok. Çıkın, kendinize hayal geliştirin! Ayrıca akşamları erken yatıp sabah güneşle birlikte kalksanız dünyaya daha fazla katkıda bulunabilirsiniz.

Ah ne diyorum ben. Sosyal sorumluluk kampanyası yapan herifler/karılar gibi konuşuyorum! Haklısınız.

Ben kendimi Japon bahçeme atıyorum. Hem de biraz komşularımla sohbet edeyim. Şu arka bölmeye yeni taşınan çiftle tanışayım bari gidip.

24 Ocak 2009 Cumartesi

uyarlama

Ah işte şunları yapmayın. Olduğu gibi bırakın.

Uyarlama reklamlarda, kör göze parmak, boklu göte toynak sokarak 'anlaşılır' hale getirdiğinizi sanmayın reklam saflarını sıklaştıran arkadaşlar. Bırakın insanlar seyrede seyrede anlasın. 

Her dediğine altyazı koya koya, 
zaten açılamadın dünyaya doya doya.

Cannes'da hep kan ve gözyaşı,
Neyse ki Siber Kategori çıktı, 
Belki biraz yontarsın taşı, 
Başı, 
Ve kıçı.

23 Ocak 2009 Cuma

ödüller ödüller

Altını pisleten bir veletken, okuma/yazmayı çözdüm diye her gördüğüm yere 'hale jale' yazan bir ilkokul öğrencisiyken, ergenlik çağında sivilceler yetiştiren bir orta okul öğrencisiyken, 'aa demek ki karşı komşumuz Raye Abla hamileymiş ama ben üniversiteyi kazanabilecek miyim' diye düşünceler içerisinde olan bir lise öğrencisiyken ve sonrasında 'okulu bitirdiğimde araba yarışçısı olacağım' diyerek ortalıkta gezen bir üniversite öğrencisiyken 'ödül' kelimesinden nefret edeceğim söylense herhalde 'siz kimsiniz ve zaman makinenizi nereye park ettiniz, ben de kullanmak istiyorum' dedikten sonra 'tüm ödülleri kapan yakışıklı ve de kızlar arasında popüler bir gençken neden böyle bir kelimeden nefret edeyim' diye sorardım size. Gerçekten, siz kimsiniz ve zaman makinesi diye bir şey var mı?

Reklamcıların ağzından çıktığı gibi geri sokulması gereken sözcükler listesinde birinci sıraya 'ödül' kelimesini yerleştiriyorum. Ardından 'brief' ve ondan sonra 'müş-tem' ve son olarak 'kreatif'. Arrghh. Bazen bu sektördeki insanların sadece dört kelimelik bir vocabulary ile konuştuğunu falan düşünüyorum. [Araya sıkıştırdığım kelimeler ile ilgili ağzını açacaksan, öncelikle suyla bir güzel çalkalamanı tavsiye ediyorum zira birazdan ağzının içi çok fena bir şekilde kirlenecek evladım.]

Being John Malkovich'in hani o 'Malkovich Malkovich' sahnesinde ağzından 'Malkovich'ten başka bir sözcük çıkmayan John Malkovich gibi 'ödül' kelimesinden başka ağzından hiçbir kelime çıkmayan bir ajans dolusu insanı kabus olarak görüp 'huaaa' diye yatağımdan fırladığım geceler oluyor. Neden korkuyorsam bundan? [Cidden, insan gerçek hayatta korkmayacağı bir şeyden, filmin adı Kabus diye neden korkar ki?] Ama sanırım tüm piyasaya erişip 'ödül diyeni vururum' gibisinden bir dikta rejimi getiremiyorum. Acaba bu yıl reklamcılar derneğinin başkanlığına aday mı olsam? Ah. Bunu biraz daha ertelemek istiyorum sanırım çünkü daha yapılacak çok işim var. Ödül gecesine bir Sniper ile gidip, aldığı ödülü havaya kaldırdığı sırada elinde parçalandığını görüp nasıl panik olacağını görmem gereken bir CJ kılıklısı var. İnsanlar aptal aptal televizyon programlarını seyretmek için akşamları evlerine gittiğinde benim Poligona gitmemin sebebinin ne olduğunu zannediyordunuz?

Ödül gecelerinden de nefret ediyorum. Gözlem yapma mecburiyetinden dolayı gittiğim her ödül gecesinde, diğer ajanslarda çalışan grafiker parçalarını seyirciler arasından seçip ağızlarını açtıkları her an 'bu herifler ajans içinde neden konuşmaz da burada bülbül kesilirler' diye düşünürüm. Kreatif grupların sahneye çıkıp ödül aldığında dünya kupasını kaldıran bir futbolcu pozuna kaç saniye içinde büründüğünü hesaplamayı severim. Ha bir de en sevdiğim şey, ödülü alamayan ajansların 'yapılan işin kopya olduğuna dair' atıp tutmalarını seyretmektir. Bayılırım bu sidik yarışlarına.
Bazen Walter Lürzer'in yerine koyuyorum kendimi. Ottan boktan işleri 'arşiv'e girsin diye yollamaktan utanmayan bu heriflerin yol açtığı kağıt masraflarını Afrika'ya bağışlamayı önermek ile önermemek arasında gidip gelmek kötü bir his olsa gerek. 'Sosyal sorumluluk' lafını ağzına alanı da çok pis yaparım. Heeey!

Ben tam bu düşüncelere dalmışken, yanımdan sidik içen çocuk ile atölyeden bir hergele koşarak geçiyor. Ağızlarında şu cümle:
- Abi tam ödüllük bir iş oldu haa, hemen CD'ye gösterelim bunu. Cannes'daki tüm ödülleri toplar valla.

Şu sidik içen çocukla üç beş laf etmem gerektiğine karar verdiğim anda Boyalı BB çıkıyor karşıma:
- Bu ne hoş bir sürpriz JC'ciğim. Odama gelsene.

22 Ocak 2009 Perşembe

Küçük Dünya

AJ'le birlikte öğle yemeğine çıkıyoruz. Ajansın çevresindeki restoranlar ve lokantalar Vegas reklamcıları ve sinir bozucu reklamveren firma çalışanları ile dolu olduğu için uzaklarda bir yere gitmeye karar veriyoruz. AJ'in eski model Jaguar'ına atlayıp soluğu boğaz kenarında bir yerde alıyoruz.

- Lokanta ve restoran arasındaki farkı açıklar mısın bana AJ? Diye soruyorum ilk olarak.

AJ pek iplemiyor beni ve oturulacak en güzel yeri seçmeye çalışıyor. Ben de sorduğum soruya kendimce cevaplar veriyorum 'eğer lokanta dersen, daha aşağı bir sınıfın gittiği bir yerden bahsediyor olursun ama aynı insanları restoran denilen yere sokarsan onlar sınıf atlamış orta okul öğrencileri gibi olur, öyle değil mi?' Ah! Çok lazımdı. Düşünecek daha güzel şeyler var.

- AJ, bu hafta önemli bir hafta. Biliyorsun HH takımı kuruluyor. Sen beni dinliyor musun AJ?
- Yes patron.
- AJ, bana patron demenden nefret ediyorum. 
- Peki işbitiricim.
- Bu da çok kötü. Porno filmlerde sadece boşalma sahnelerinde kullanılan aktörler gibi hissediyorum kendimi.
- Tamam JC. En iyisi JC.
- JC güzel. Bana JC diyebilirsin. Ya da bana lütfen JC de.
- Boyalı BB beni çağırdı görüşmelere. Yazarlarla yapılacak görüşmelerde ben de olacakmışım.
- Harika. CD'nin girmesinden iyidir. 
- Adam seçmeyi bildiğimi tahmin etmiyorum ben JC.
- Kapa çeneni. İşe başvursaydım ve görüşmede karşıma CD çıksaydı, bu ajansın 80'lerde dondurulduğunu falan düşünürdüm herhalde.

Yorum yapmıyor. Bu çocuğun bu huyuna bayılıyorum. Kreatif gruptaki herkese takılmama rağmen, hiçbirinin üzerine gidip beni desteklemiyor. 
- Bence adam seçme işini sen çok iyi yaparsın JC. Diyor.
- Elbette. Hatta Boyalı BB'nin bile görüşmesine gerek yok kimse ile. 'Yetkinlik bazlı mülakatmış'. My ass.
- MyUs güzel servis öyle değil mi?
- Konumuzla ne alakası var AJ?
- Ne zaman birisi 'My Ass' dese, ki bu genelde sen oluyorsun, aklıma o servis geliyor da ondan.

Garson dikiliyor yanımızda:
- Ne alırdınız?
- Menü.

Bayılıyorum bu adamların içeriye giren her müşterinin orada hangi tür yemeklerin sunulduğunu biliyor olduklarını farz etmelerine. Ne kadar uzun bir cümle oldu. Ama doğru. O sırada yan masada birbirlerine pis pis kahkalar atarak fantezilerini anlatan iki adamın muhabbetine kayıyor kulağım:
- Karı iş bittikten sonra gitmek istemedi. Ben de fırladım camın kenarına, çıkarttım kaputu, o sinirle salladım aşağıya!

Pis herif! Dünyanın ne kadar küçük olduğunu unutuyorsun. O küçük şey bir gün götüne kaçtığında 'acıdı' deme sakın!

21 Ocak 2009 Çarşamba

AG ve bahis bahsi

Mükemmel Asistanımla YesName'de oturmuş, relax'liyoruz. Gevşemeye müsaitim. Müsaitliği de geçmiş, gevşemişim.

- AG'ye neden kıl oluyorsun bu kadar JC? Diye soruyor bir anda Mük.

Aslına bakılırsa, onunla her karşılaşmamda bunu düşünüyorum 'neden bu yaratığa bu kadar gıcık oluyorum' diye kendime soruyorum. Bu soruya tam olarak bir cevap bulabilmiş değilim henüz. Fakat birkaç bulgum var. Muhtemelen bu yaratıktaki 'pis elektriğin' bunda payı vardır. Kendinize bakın: Gıcık olduğunuz insanlara neden gıcık olduğunuzu açıklayabiliyor musunuz? Cevap kağıtlarını birazdan toplayacağım, süreniz on beş dakika.

- Muhtemelen bana sarkıntılık ettiği için olabilir Mükcüğüm. Diye geçiştiren bir cevap veriyorum ve sonra aklıma 'sarkıntılık' diye nitelediğim şeyler geliyor. Daha ilk tanıştığımız gün bana evli olduğunu ve ondan bir gece önce de kocası salonda uyurken balkonda üst komşuları olan üniversite öğrencisi çocuk ile nasıl seviştiğini anlatmıştı. Yargılamıyorum. Ama sonra bana ajans içinde en rahat sevişilebilecek noktaları sormuştu. O sıralarda hiçbir şeye şaşırmama huyum tam olarak dalında olgunlaşmadığı için bu sorular beni biraz şaşırtmıştı, itiraf ediyorum. 

- Off. Kaçamak cevaplar bunlar. Üstelik sana her sarkıntılık edene kıl oluyor olsaydın, bana da kıl olman gerekirdi. Yoksa? Yoksa? (burada sesini değiştirip, eski bir Türk filminden fırlamış şımarık kadın sesiyle) Bana da kıl mı oluyorsun JC? Diye soruyor.

- Bana da badana yap Obama.
- Ha?
- Böyle bir cümle kurasım geldi. Kurdum işte.
- Konuyu dağıtmaya çalışıyorsun.
- Hayır. Bak tekrar geri dönüyorum: AG'ye neden kıl olduğumu bilmiyorum. Ayrıca, sen bana ne zaman askıntı oldun ki?
- İlk iş görüşmemizde hatırlarsan masanın altından bacaklarına sürtünmüştüm.
- O bir iş görüşmesi değildi üstelik ben de o sırada senin 'sonradan yapılma' dediğin göğüslerini inceliyordum.

Yan masadan birileri sohbetimize kulak veriyor sanırım. İrkilen bakışları fark etmiyor değilim. Bu insanların nesi var?

- Neyse JC. Bana hâlâ tatmin edici bir cevap verebilmiş değilsin ve ajansımı değiştirmek üzereyim.
- Aha, sana bir neden vereyim. İnsanların zaaflarının üzerine giderek menfaat sağlamaya çalışmak bir sebep olabilir mi?
- Benim yaptıklarımdan mı söz ediyorsun yoksa AG'ye neden kıl olduğun bahsinde miyiz?
- AG bahsindeyiz. Mesela işten çıkarılacak olan çalışanları önceden öğrenip onların üzerine bahis açmak gibi.
- Haklısın JC. Ben de hoşlanmıyorum bundan.

AG'nin bir özelliği de budur. Ajans içinde bahisçilik. Nasıl bir bahis sistemi ve oranlama getirdiğine dair en ufak bir fikrim olmasa da bazı bahislerini duydukça bu yaratığa olan gıcıklığım artıyor. Birkaç örnek vereyim size: 'Sidik içen çocuk, üç ay içerisinde işten çıkarılacak', 'ilk karısı hastanede yatmakta olan Büyük Patron, karısı öldüğünde ağlayacak veya ağlamayacak' ve bundan iki yıl önce, Müşteri İlişkileri Grubunun başındaki adamın asistanı olan kız bayılıp yere yığıldığında 'ölecek veya ölmeyecek' diye açılan bahis ve ardından gelen 'ofise transparan bir kıyafetle geldiğimde CD'nin pipisi kalkacak veya kalkmayacak'. Aaah. İğrençliklerine beni de alet ediyor bu yaratık. Nefret ediyorum. 
Halbuki ben kendi iğrençliklerimi, kendi başıma ve kendim için üretmeyi seviyorum.

Deniz minerallerim, kara mayınlarım ve hava zerreciklerim. Benden bu kadar bu gecelik. Sınav kağıtlarınızı masaya bırakın ve sınıfı terk edin. Sonuçları en kısa sürede açıklayacağım.

AG bahsine ve bahislerine bir daha dönmek istemiyorum. Hazır, aklıma gelmişken, eğer bir alışveriş merkezinin panosunda 'porno filminizde oynatmak üzere taş gibi bir hatun arıyorsanız, doğru ilanı okuyorsunuz demektir. Arayın, görüşelim. AG' yazan bir ilan görürseniz, sakın haa atlamayın. AG'ye gıcıklık olsun diye onun numarasını yazıp yapıştırdım bu ilanı panoya. 
Merak etmeyin, o ilanı kimin yapıştırdığını kimse bulamaz zira parmak izi bırakmamak için eldivenli ellerimle, zevkle, özenle ve pis sırıtışımla asmıştım o ilanı oraya.  

20 Ocak 2009 Salı

sympathy for the JC

Tak tak tak taktak (şik şik şik şikşik)
Tak tak tak taktak (şik şik şik şikşik)

Koridorun sonunda bulunan Müşteri İlişkileri Grubu ajans içerisinde patlamaya başlayan bu sesleri duyduğunda ofise yeni dönmüştüm.  -İlişkiler, grup, müşteri kelimelerinden bir etiket bulutu yapıp yüz kişiye sorsanız orada neler döndüğüne dair kafalarında hınzırca fikirler belirebilir. Hahaha. Haksız da diyemezsiniz aklında bu fikirler beliren insanlara. İşin içinde AG varsa hele ki-.

Odama döşettiğim bu enfes ses sistemini sadece müşteri görüşmelerinden döndükten sonra kutlama yapmak için kullanıyorum. Bugünün şanslı şarkısı giriş ritmlerinden de anladığınız gibi Rolling Stones'dan.

- Yaauuuuwww, yaauwww diye bağırıyor Mick. Koridorda şarkım inliyor, vurmalı çalgılar şeytani bir müziğin gelişini müjdeliyor. Ajansı ayağa kaldırıyorum. Hep bu Vegas reklamcılarının salak müzikleri ile mi inleyecek bu koridorlar ha? Söyleyin bana! 80'lerde çocuk bezi üreticilerinin en iyi müşterisi olan bu hergeleler sürüsü bu müziği duymalı, öğrenmeli, bilmeli, bu müzik ile çoşmalı. 

Şarkıya eşlik ederek koridora bırakıyorum kendimi. Çılgın Mick dansımla birlikte. 
- Please allow me to introduce myself [Merhaba, benim adım JC.]
- I'm a man of wealth and taste [Hiç de yalan değil.]
- I've been around for a long long year [Daha siz boktan okullarınızda sürünürken, ben burada insanların altını değiştiriyordum.]
- Stole many a man's soul and faith [Çok klasik ve amiyane bir tabir olacak ama şimdiye kadar kaç tanenizi cebimizden çıkarttık. Sana söylüyorum kendini mezarcı zanneden salon sehpası AG!]

Madam De Le Patronaj'ın da yerinden kalkıp bu enfes müziğin nereden geldiğini kestirmek için bizim tarafa baktığını görüyorum. Şarkıya eşlik eden sesim ile konuşma sesim arasında fark var elbette.

I rode a tank
Held a generals rank
When the blitzkrieg raged
And the bodies stank

Keyfim nasıl yerinde anlatamam size. Mick'in sahnedeyken nasıl duygular içinde olduğunu iliklerime kadar hissedebiliyorum şimdi. Bu ses sistemini bana öneren Büyük Patron'un ikinci karısından olan oğlu 'evlat'a teşekkürlerimi de gönderiyorum. Plaza dedikleri bu reklam ajansları pasajında, diğer katlardaki ajansların da bu titreşimi duyduğunu ümit ediyorum.

Salak surat ifadesi ile koridora çıkmış 'ne oluyo' diye bakınan AG ile karşılaşıyorum:
- Pleased to meet you, hope you guess my name, oooh yeah, diye bir Mick çığlığı atıyorum şeytani gözlerinin içine baka baka!

Keith'in gitarı girene kadar AG'nin karşısında en çılgın Mick Jagger dans figürlerimi yaptıktan sonra odama doğru dönmeye başlıyorum. Arkamdan dans edişimi izlemek yerine popoma baktığına dair bire bin bahse girerim!

So if you meet me,
Have some courtesy,
Have some sympathy,
And some taste [en önemli kısmı bu]

AJ de odasından çıkıp koridorda çılgınlar gibi uçan beni görünce nelerin olup bittiğini anlıyor: HH, işi tek bir cümle üzerinden onaylıyor. 

Keith ikinci solosuna başlarken odama doğru gidiyorum. O kadar yorgundum ki, bu dans ile iyice yoruldum. Sesim de çatlamaya başladı. 

- Mük, kimseyi bağlama, odamda biraz dinleneceğim diye bağırıyorum (yine Mick tonuyla) ve cevabı anında alıyorum:
- Zaten o işi santral yapıyor, ben değil.

18 Ocak 2009 Pazar

Bu mudur?

Ertesi gün başımıza ne geleceğini de biliyorduk. 

- Sadece bir cümle mi? Diye soruyor, suratını su aygırı taklidi yaparmışcasına bir ifadeye bürümüş olan AG sürtüğü.
- Evet. Sadece bir cümle. Diyorum ama gözüm Büyük Patronun üzerinde. Cümleyi duyduğu andan beri bakışlarını tavanda gezdirip sahneyi hayal etmekle meşgul olduğunu sanıyorum ama birazdan kafasını indirip 'şu idari menejere söyleyin de, şu tavanlara bir boya yaptırsın' dese şaşırmayacağım.

Sidik içen çocuk da var odada. Bir lafa atlamasına ilk defa seviniyorum. Bu çocukta iş olabilir:
- Harika bir fikir bu JC Bey. Diyor.
Elimdeki kupayı kaldırıp 'şerefe' hareketi yaparak tebrik ediyorum kendisini. 

AJ'ye kayıyor gözüm. Gözlerini tavanda gezdiren Büyük Patrona odaklanmış. CD'nin öksürmesini duyunca ikisi de kafasını ona doğru çeviriyor. Bu herif (CD) nedense 'akıllı cümleler' diye tabir ettiği ifadeleri kurmadan önce 'öksürüyor'. Herhangi bir soru sorduğunda, bambaşka cevaplar da veriyor ama, şu anda konumuzun dışında.
- Şimdi şöyle... Diyor ve bir müddet daha öksürmek için duruyor. Yavaş ve öksürüklü ses tonu ile konuştuğu ve konuşurken pis sakallarını sıvazladığı için 'entelektüel' olduğunu düşünüyor.
- ... aaaa şey. (Konuşurken Eee, Aaa, ııı gibi sesler çıkaran insanların ses tellerine acıyorum. Gereksiz yere kullanılıyorlar.)
- Yani şöyle. (E hadi bir cümle kur artık be adam!)
- Çok yakalayıcı bir cümle. Tebrik ederim AJ'ciğim. Yalnız olayın ruhunu yakalaması açısından...
Artık dayanamayıp araya giriyorum:
- Hangi olay, hangi ruh ve neden bu cümlede 'yakalamak' fiili geçiyor?

Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyor. 
- Ayrıca bu tavanların da boyanması gerekiyor. Diyorum.
Büyük Patron zıplıyor yerinden:
- Yaşa JC. Ben de aynısını diyecektim.

Konuyu darmadağın etmiş bulunuyorum ve saatime bakıp yerimden kalkıyorum. Bıraksanız sadece bir cümle üzerinde saatlerce konuşmalarını dinlersiniz. Diktatörlük rejimi, sadece reklam ajanslarında olması gereken bir şey bence. Rejimi beğenmeyenler de istedikleri yere gidip kendi rejimlerini kursunlar.

Reklamverenler, tüm ülke halkının televizyon başına oturduğunda 'kendi reklamlarını' seyredeceklerini varsayarlar. Gazete okuyan her gözün, gazetede kendi reklamlarını arayacağını varsayarlar. Bu saplantılı kadınların ve adamların, tüm dünyadaki erkek ve kadınların kendi karılarının/kocalarının peşinde olduğunu düşünmesine benzer. 
Ve bunca yıllık tecrübem diyor ki: Tek cümle - ve hatta tek kelime- ile anlatılamayan bir reklam, reklam değildir. Bizimkini de tek kelime ile anlatabiliriz: Güven.

Odadan çıkıyorum. Öğle yemeği.

16 Ocak 2009 Cuma

Tinto

Şimdi olay şundan ibaret:

Bir zamanlar kimsenin sahiplenmediği, ufak ve 'hatır-gönül işi' müşterisi HH, dev bir reklamveren haline dönüşünce, etrafında bok sinekleri de uçmaya başladı. Şu anda halen ajans içinde tam olarak sahiplenilmiş değil ama diğer ajansların tacizlerinden kurtulmak için ajans içerisinde bir hareket başladı. Boyalı BB'ciğime verilen yeni takım kurma işine, işin asıl sahibi olarak gördüğüm 'kendim' de dahil oluyorum. Şu iş görüşmelerini iple çekiyorum. Hiç sanmayın ki 'bu iş için özel bir eleman ilanı yapılacak'. Sıradan bir ilan veriliyor ve metni kimin yazdığına dair bir fikrim yok. Zira metinde şöyle cümleler geçiyor 'çalışmaktan zevk alan, grup çalışmasına yatkın, taptaze fikirleri olan...' 
İyi ki reklam yazarı değilim yoksa oturup 'kaltak bir müşteri temsilcisinin zırt pırt seni sinir etmesini kaldırabilir ve ona yumruk atmamak için kendini tutabilirsen, stratejik planlama diye sana sunulan alakasız fikirleri görmezden gelip içinden geldiği gibi yazabilirsen ve içinden gelen şey en azından seni tatmin ederse, 'kreatif müdür' kılıklı hergelelerin sana söylediği her şeyi bir kulağından alıp ötekinden boşaltırsan, gel. Çalışmaya başlayalım. Sen tam benim adamımsın.' gibisinden bir ilan yazardım.

HH problemine daha önce değinmiştim. Bir grup, kendini 'yönetici' zanneden 'erkek' reklamveren temsilcisi ve müşteri ziyaretine giden 'ajanstan birtakım mini etekli' insanlar arasında hoş beş edilirken atlanan bir nokta var: HH'ın geçtiğimiz yıl anlaştığı reklam kadını. Kapris makinesi adını verdiğimiz bir 'piyasa şarkıcısı'. Reklamda bu kadının oynaması için kamyon kadar para verilerek anlaşma yapılmış ama orada bu konu nedense hiçkimsenin aklına gelmemiş. Karşıma geçip 'Hazırlanan hiçbir konsept bu hatuna uymuyor' dediği zaman müş-tem kılıklı kız, gözlerinin içine bakıp şöyle sordum: 'Hatun mu dedin sen?'. Nedense bana garip geldi, zira incecik sesli, çıtı-pıtı bir kız, kendisinden yaşça ve fiziksel olarak büyük bir kadın hakkında böyle söyleyince tuhaf geliyor kulağıma. 
Neyse konuyu dağıtmayayım. Hemen olaya el koymuştuk adamım AJ ve ben. 

Yapılması gereken iş, HH'ın internet üzerinden satışa başladığını duyurmak. Şarkıcı kadına baktığımızda da şunu görüyoruz: İnternet ile olan tek ilişkisi 'üstsüz görüntüleri'nin yayıldığı alem olması seviyesinde. Ne yapılır, ne edilir? 
Akşam herkesin gitmesini bekliyoruz ve AJ'in odasına kapanıyoruz. Her daim masamızda bulunan Baba kitabından rastgele sayfalar açıp okuyoruz, bir yandan Tinto Brass filmlerini seyrediyoruz, bir yandan kendi dünyalarımızda geziyoruz. AJ çalışırken pek konuşmaz ama kulağı her daim bendedir. Ben de ya bir şarkı mırıldanırım ya da rastgele bir cümle söyler dururum. Aslına bakılırsa Baba kitabı AJ'nin tercihi. Ben her zaman üstadın 'aptallar erken ölür'ünü tercih ederim. 
İnsanın hayatı boyunca, aynı metinleri okuyup, aynı müzikleri dinlemesi mümkündür. Hatta aynı metinlerin okunması, aynı filmlerin seyredilmesi, aynı müziklerin dinlenmesi -bizce: AJ ve ben- yaratıcılığı öldürmediği gibi canlandırır. Bunun sebebi insanın her okuduğunda aynı şeyleri düşünmemesidir. Bir kitabı ilk okuduğunuzda şartlarınız farklıdır, çevreniz farklıdır, içinde bulunduğunuz ruh hali farklıdır ve size zevk veren şey, sonraki okuyuşunuzda daha da fazla zevk verebilir (veya tam tersi) bu sırada 'yaşadığınız zevksizlik' size yeni bir şey düşündürtebilir. 

Size bir yöntem daha: İçinde bulunduğunuz yeri, yaşadığınız rutini değiştirin. Hiç okumadığınız bir dergiyi açın ve okumaya çalışın. Hiç dinlemediğiniz bir müzik bulun ve onun tadına bakın. Yatarken yanan ışık sizi rahatsız mı ediyor? Bir kere o ışığın altında uyumayı deneyin. Nu-metal hoşunuza gitmiyor mu? Bu akşam nu-metal dinleyin. Fazla sohbet etmediğiniz bir tanıdığınız mı var? Arayın onu, bir kahve için, sohbet edin, muhabbet edin. Daha önceden seyrettiğiniz bir filmi, ilk defa seyrediyormuşsunuz gibi seyredin.

Pat!

- Şu cümle nasıl JC, diye soruyor AJ.
- Hangi cümle.
- (Sesini kapris makinesi şarkıcının, serseri ses tonuna bürüyerek) internetten karı alıyonuz da niye alışveriş etmiyonuz? Diyor.

Bir müddet duruyoruz. Benim gözümün önüne gelen şey ile, AJ'in gözünün önüne gelen şeyin aynı şeyler olduğunu anladığımız anda -telepatik bir andır, tarif edilemez- 'bu akşamlık işimiz bitmiştir, yarın görüşmek üzere' deyip odadan ayrılıyoruz.

Tabii ki ertesi gün başımıza gelecek şeylerin ne olacağını bilerek. Ben YesName'ye gitmeye hazırlanmak için önce odama geliyorum. Mük'cüğüm hâlâ eve gitmemiş. 
- Ne çabuk bitirdiniz, diye soruyor.
- Bazı anlar vardır hızlıdır, bazı anlar vardır yavaştır.
- Az önce yanınıza geleyim dedim ama tam kapınızın önüne geldiğimde içeriden gelen sesleri duyup geri döndüm. Diyor. Hınzır hınzır gülümseyerek.
- Mümkündür. (Anlamıyorum.)
- Ajansa hatun mu çağrıyorsunuz?
- (Anlamadım ilk başta ne dediğini ama) Bu aralar neden 'hatun' lafı çok sık söyl... (derken jeton düşüyor bende) Ahh güzelim. Tinto filmi seyretmedin sen galiba. Diyorum.

Gülümsüyor şirin şirin.
- Bu şirin gülümsemeye YesName'de bir içecek kazandın. Haydi kalk. Diyorum.

Yerinden kalkıyor, benim gözlerim ayağına doğru kayıyor:
Şu çıplak ayak meselesini ciddi ciddi konuşmamız lazım diyorum içimden. YesName güzel bir yer olabilir mi acaba?

14 Ocak 2009 Çarşamba

Herkes JC'le Vakit Geçirmek İster

Boyalı BB'nin 'öğrencilerim' dediği sübyan grubunun 'kişisel gelişim' öğrencileri olduğunu öğrenmem için bugünü yaşamam lazımmış. Halbuki o gece tanıştığım kişiler 'merhaba, benim adım JC, global bir reklam ajansında işbitirici olarak çalışıyorum' cümlesini kursa bile fark etmeyecekmişim. Ha ha haha. Belki içlerinden bir tanesi 'beyazlar giyinmiş bunca insan arasında siyah iç çamaşırı giydiğimi fark edebilecek kadar yaşı ilerlemiş tek hayvan herif siz olabilirsiniz herhalde' demiştir ve ben 'memnun oldum tanıştığımıza' deyip geçmiş olabilirim. 
Gerçi bu blog zımbırtısından dolayı günler de karışıyor. Günün her saati, her dakikası blog güncellemek için vakit bulamıyorum, n'aapabilirim. Ayrıca hayatımın bu kadarlık kısmına erişim sağlayabildiğiniz için bile kendinizi şanslı hissetmeniz gerekiyor. Bunun trilyonda birini bile yapmayan reklamcıların arasında yaşadığınızı ne çabuk unutuyorsunuz. Ve ayrıca ben bir reklam yazarı değilim. Unutmayın bunu.

Aa ne diyorduk.  Unuttum.

Son günlerde böyle şeyleri yaşadıkça, içinde bulunduğum piyasaya hiçbir faydam olmadığını düşünüyorum. Herkes bir yerlerde 'eğitmenlik', 'adam yetiştiricilik', 'ders verme' gibi şeyler yapıyorken, benim sadece üniversitelere götürüldüğümüzde sahneye çıkıp abuk sabuk konuşmakla yetindiğimi düşünüyorum. Bunun için bir şeyler yapmalıyım sanırım. Gerçi gizli bir şekilde sevgili Mükemmel Asistanımı bir stratejik planlama dehası olarak yetiştirdiğimi sanıyorum ama birkaç gün sonra bana 'JC, ben insan ilişkilerinde harikayım, müşteri tarafına geçmek istiyorum' derse şaşırmayacağım çünkü ben bu dünyada artık hiçbir şeye şaşırmamaya karar vermiş bir bireyim. Bunu dediğime bakmayın, birkaç gün sonra kendime şaşıracak yeni şeyler bulabilirim. Siz de aynı şeylere şaşırıyor olabilirsiniz ama aramızdaki fark şu ki, bunu kelimelere dökecek olan kişi benim ben.

İş hayatında en çok sevdiğim şeylerden biri, iş görüşmeleridir. Bayılırım. Gerçi kendim hiçbir zaman görüşme ile iş bulmadım kendime. Açıkçası ben şimdiye kadar hiç iş de bulmadım. Hep iş beni buldu. Ama her zaman iş görüşmeleri için kendime replikler hazırlardım. Mesela: 'Hobileriniz nelerdir JC Bey' diye bana sorulduğu zaman 'bana lütfen JC deyin ya da bana JC deyin lütfen' dedikten sonra 'hobilerim kitap okumak, bulmaca çözmek ve yüzmektir' dedikten sonra suratlarında oluşan 'yine sıradan bir insan' ifadesini gördüğüm anda bir kahkaha patlatıp 'hadi ordan, bu kadar sıkıcı biri olduğumu düşünmediniz herhalde' dedikten sonra onlara o sırada aklıma gelecek kelimelerden oluşturduğum bir 'işe alma' fıkrası anlatarak ortalığı darmadağın etmek gibi. Mesela: 'Sizi işe almamız için bir neden söyler misiniz' diye sorarlarsa 'Eğer kendinizi bu kadar daraltırsanız, beni işe almanız için gereken sadece bir neden olduğunu düşüneceğim, halbuki benim yedi-sekiz kadar nedenim vardı. Siz şimdi böyle söyleyince diğer altı-yedisi alındı ve gitti' diyerek dudaklarımı şımarık bir küçük çocuk gibi büzdükten sonra 'bu şartlar altında sizinle çalışamayız' diyerek odadan çıkmak gibi. Mesela daha görüşme odasına girip, insanların elini sıkıp, yerime oturduğum gibi 'yaa aslında ben çalışmak istemiyorum, beni buraya zorla gönderdiler, şu dışarıdaki arkadaşlara acaba burada iş görüşmesi yapıyormuşuz gibi görünsek birkaç dakikalığına hmmm?' demeyi de çok isterdim. Gerçi bunların büyük bir kısmını dedim ve yaptım ama zevk vermedi, anlıyor musunuz beni. Anlamazsınız tabii ki. Herhalde iş görüşmesine gittiğinizde, sizinle görüşmeyi yapan bir kadın ve bir erkek varsa, kadına dönüp 'hanfendi lütfen beni gözlerinizle soymayı bırakın, insanın muhtemel iş arkadaşına bu gözle bakması hiç uygun bir hareket değil' dedikten sonra bu iki insanın birbirine faltaşı gibi açılmış gözlerle bakmasını izlemek inanın dördüncü caddedeki strip kulübünde çalışan esmer bombayı izlemekten çok daha zevkli olabiliyor.
Ah çok fazla cümle kuruyorum. Biliyorum. Biliyorum.
Tüm bunları neden anlattım çünkü Boyalı BB bana bu hafta yeni kurulacak takım için iş görüşmelerinin yapılacağını söyleme gafletinde bulundu. 'Ben de girmek istiyorum o görüşmelere, ben de, ben de' diyerek vızıldayan huysuz bir çocuk haline bürünmem oradaki 'kişisel gelişimci çocukları' şaşırtsa da Boyalı BB soğuk kanlılığını hiç bozmadı. 'Ama olmaz ki JC'ciğim, bu bizim işimiz' dese de ben hiç tınlamadım ve görüşmeler sırasında sessiz kalmak ve kötü adamı oynamak şartı ile kabul edildim. 
- Seni çok seviyorum BB'ciğim. Söz veriyorum bu öpücük kadar sessiz olacağım, diyerek BB'yi öpmem çocukları şaşırttı yine. [Ya bu çocuklar da her şeye şaşırıyorlar yahu. Hey bakın size ne diyeceğim. İsterseniz arada bir porno film falan seyredin çocuklar ha? Belki böylece normal bir öpücüğü gördüğünüzde şaşırmamanız gerektiğini öğrenirsiniz. Bu cümleyi sesli mi söyledim yoksa zihnimden geçip giden bir kelimeler yığını mıydı, bilmiyorum. Umrumda da değil. Haydi dağılın. Parantezi kapatıyoruz.]

- JC sen ne dedin? 
- Ne dedim BB'ciğim?

Hey. Sanırım aklımdan geçtiğini sandığım şeyi çocukların suratına söylemişim. Aarrgh. Kendimi affettirmek için BB ile akşam yemeğine çıkmayı kabul ediyorum. [Bu kısım nasıl oldu? Anlatayım hemen. 'Affet beni BB'ciğim' diye tatlı bir şekilde yalvarımsı gibi hareketler yaparken, boş bir olta atayım diyorum ve 'bak seninle yemeğe çıkacağım' diyorum fakat oltadan bir kalkan balığı çıkıyor. 'İyi tamam, ama unutma bu sözünü.' İşte böyle oluyor. Siz denemeyin çünkü muhtemelen benim kadar tatlı değilsinizdir ve bokla dolu bir bataklığa doğru giden birisine kimse elini uzatmaz. Alınmayın hemen. Tamam tamam, haydi siz de deneyin. Güzel bir şeyler olursa bana yazın, olur mu anacığım?]
Ya n'oluyor bu arada, tüm kadınlar benle birlikte vakit geçirmek için çıldırıyor mu ne? Madam De Le Patronaj arıyor ve şöyle diyor çünkü: 'JC'ciğim, akşam bizim kızlar sana bayıldı. Bu akşam da ev partisi veriyoruz. Geleceksin değil mi, n'olur, n'olur gel. Bak üstelik hepimiz French Maid kıyafetlerimizle dolaşacağız ortalıkta.'
- Şampanya dolu bir küvet de olacak mı? diye soruyorum yüksek sesle çünkü Madam De Le Patronaj nereden arıyorsa beni, arkada resmen bir uçak kalkıyor. Gürültü var yani.

Kişisel gelişimci çocuklar ve Boyalı BB artık şaşırmamaya başlıyor. Bu arada ben de kendime dışarıdan bakabiliyorum ve diyorum ki 'onlar şaşırmıyorsa, ben neden şaşırıyorum ki'.

13 Ocak 2009 Salı

Cuma ve Cumartesi

Ah ne geceydi ama. Daha doğrusu geceyi bitirmeden diğer güne başlamış oldum. Başlıklarımız şöyle:

1. BB'yle buluşma. 'Öğrencilerim' dediği bir yığın kızlı/oğlanlı velet grubu ile 'high school re-union' havasında geçen bir parti. Sıradan bir high school re-union'dan farkı da şuydu ki, içerideki tüm bireyler halen üniversite öğrencileri veya yüksek lisans almak üzere olan 'Profesyonelliğe Aday Oyuncu' tadında idi. Yani en 'yaşlıları' Boyalı BB'ciğim ve bendik. Doğal olarak birbirimize yakıştırılarak gece boyunca 'romantik şarkılarla' dans etmek zorunda bırakıldık. 'Aaa yeter artık' diye bağırıp DJ kabinini ele geçirmemi sağlayan şarkı ne yazık ki Bryan Adams'tandı: Do i have to say the words, deyince Bryan'cığım DJ kabinine gidip oradaki oğlanla kızı dışarı fırlattım ve Marilyn Manson'ları yerleştirdim çocukların bünyesine. BB'ciğim biraz şok oldu ama olsun. Çocukların gazı ile yine hakkımda iyi düşüncelere sahip olmaya devam etti. Ben çıkarken 'Cutting Crew' çaldığına inanamıyorum hâlâ: Aaayyy, ay cıst dayd in yor aaarmmzzz tunaaayyt. Aaah ah!

- JC, yarınki kişisel gelişim kahvaltımıza gelir misin? Brunch.
- Tabii ki gelirim BB. iPhone ile koordinatları yollayın bana. Yalnız brunch sırasında müzik olarak Richard Clayderman çalarsa hepinizi döverim.

BB'ciğime takılacak daha olgun insanlar bulmak lazım sanırım. Bu konuya el atmayı kafamın bir köşesine yazarak, BB'ciğime 'acele bir işim olduğunu' söyleyerek, gece ödevi olarak gördüğüm öteki maddeye geçtim. (Patronu hoş tutmak gerektiği gibi, asistanını da hoş tutmayı ne zamandır görev olarak görüyorum, bilmiyorum ama hiç 'yorucu' gelmiyor. Demek ki bu benim için bir 'iş' değil. Harika.)

2. Madam De Le Patronaj ile buluşma. Kız  arkadaşlarıyla tanışma. Onları eğlendirme ve alkolün parti katılımcısı kızları zirveye çıkarttığı vakitte gecenin başından beri sarhoş olup yere yığılmamak için 'vişne suyu' içtiğimi kimselere fark ettirmeden olay yerinden kaçmaca. [O kadar kız, ağzımın dibine kadar girmesine rağmen 'koku olmadığını' fark etmedi ya! Harika!]. En son içeridekileri GGW durumuna getirmiştim galiba -GGW'yi kendisine model ismi olarak seçen markaları da tebrik etmek lazım. Büyük cesaret!- Neyse, ben orayı terk ederken en azından yastık savaşı(!) başlamıştı.

3. 'Ne kadar baştan çıkarıcı biriyim ya da insanlar baştan çıkmaya ne kadar çok müsait demek ki' diye bir ikilemle birlikte evin yolunu tuttum. Yolda giderken AJ'i arayıp 'HH'le görüşmeye gittiğimiz gün, anlamadığımız bir şekilde, bir yerlerden uçarak gelip arabanın ön camına yapışan prezervatifin halen arabamın ön camında durduğunu' sesli mesaj olarak bıraktıktan sonra kapımın önünde Joanne'nin arabası ile karşılaşacağımı düşünerek büyük bir zevk ile köşeyi dönüyorummmmmm.

!!!
Kapımın önü boş. Büyük bir hayal kırıklığı ile arabayı yerine park ediyorum. İnip etrafa bakıyorum. Ön cama yapışmış, salyalarını akıtıp duran, bir sci-fi film karakterini andıran yaratığa benzeyen bu prezervatif ile göz göze geliyorum.  AJ ile gün boyu bunun nasıl havada uçup, yoldan geçmekte olan bir aracın ön camına yapıştığına dair 'senaryolar' yazdığımız için artık yeni bir senaryo üretecek gücümün kalmadığını fark ediyorum.
Kapıma doğru geldiğim sırada arkamda bir farın varlığını hissediyorum. Heyecanla dönüp bakıyorum. Sokaktan geçip gitmekte olan sıradan bir araç. (Bu Audi'ye 'sıradan bir araç' dediğim için fanatikleri ve 'harika bir kampanya hazırladık oğlum' diye anlatan Tursi'nin bana kıl olacağını biliyorum. Yine de sıradan bir araç. Tınn.)

Eve girdiğimde içeride müziği açık buluyorum. Hemen akabinde, müziği açık bıraktığımı da hatırlamadığımı fark ediyorum. 'JC FM'dir' diyorum kendi kendime. 'En iyi müzik' gibi sıradan -ve aptal- bir sloganı dünyada en iyi şekliyle uygulayan müzik kanalımdan bahsetmiş miydim size? Diğer radyoların aksine bu radyoda çoğunlukla müzik çalmıyor, günün büyük bir kısmında - yüzde 70 gibi bir oranla- 'sessizlik' dinliyorsunuz. Sesini çok fazla açmanızı tavsiye etmem zira hiç beklemediğiniz bir anda radyomda DJ'lik yetkisi verdiğim insan evlatlarından bir tanesi, 'en iyi müzik' olarak belirlediği bir şarkı için 'play' düğmesine basabilir ve gürültülü bir şekilde 'en iyi müzik' çalmaya başlayabilir. Uyarmadı demeyin sonra. 

Salona doğru geçerken Nine Below Zero'nun Another Kinda Love'ı çalıyor. Geceye uygun bir şarkı. Salona ulaştığımda Joanne'i televizyonun karşısındaki ikili koltukta bacaklarını uzatmış otururken görünce şarkının 'blues' havası bir anda rock'n'roll moduna geçiyor zihnimde.

Tabi ya, insanlar bazen gidecekleri yere ulaşmak için taksi denilen şeyi kullanıyor.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Anahtar Kelime: Eğitim

Püf, ne gündü ama!

Cuma akşamı 'serinlemeye' geldim eve. 'Dışarıda hava zaten soğuk' diyorsunuz tabii ki, 'ne demek serinlemek?' Siz de aynısını hissetmiyor musunuz? Gün boyu plazanızda, ofisinizde en soğuk kış günlerinde bile makineyi 'çalıştırmaktan' neredeyse 'yakma' kıvamına getirdiğinizi ve ancak evinize ulaştığınızda makinenin serinlediğini? Anladınız siz.

Bugün odamda oturmuş HH işlerini nasıl toparlarız diye düşünürken, bir yandan porn tetris oynayarak, telefonda hiç tanımadığım kişilerle konuşarak, bir yandan da Mükemmel Asistanımın yanına gelmek için dakika başı bir bahane uyduran CJ kılıklısının Mük'e ne demeye geldiğini merak ederek, tam karşımda sessizce oturup beni izleyen Boogie'nin neler düşündüğünü tahmin etmeye çalışarak, AG'nin gepgeniş koridorda neden benim bölmemin bulunduğu pencereye kıçını sürterek geçip durduğunu merak ederek, Büyük Patron'un 'JC, oğlum gelip bunu görmelisin' deyip durduğu, bitmek tükenmek bilmeyen telefonlarına 'geliyorum Patroş' deyip suratına kapatırken... Bu satırları yazarken ne kadar çok işi bir arada yaptığımı fark ederken... Neyse işte, yukarıdaki işleri yapıp vakit geçirirken... Makineyi serinleteyim derken ne yaptığımı unuturken...

Off. 

On.

Kendimi çok hızlı bir şekilde reset'leyebiliyorum sanırım. Ne diyordum? Aaa reset'lediğim için unuttum tabii. Hiç önemli değil ve hatta çok güzel. 
Harika bir Cuma akşamı. Birazdan çıkıp Madam De Le Patronaj'ın davetine gideceğim. Bana iPhone'undan koordinatlarını vermişti. O noktada beni bekliyor olacakmış. Tam o sırada telefon çalıyor:
- JC?
- Mük?
- Neredesin?
- Sen?
- Sence?
- Partide?
- Nerede?
- Partide?
- Parti nerede?
- Dağa mı kaçtı?

Şirin bir kahkaha atıp telefonu kapatıyor. Anlamsız bir telefon konuşması gibi mi geldi size? Gibinizi yiyeyim sizin! Ben hayatımda sizin bu anlamsız bulduğunuz telefon konuşmalarından başka konuşmalar yaşamıyorum. Joanne hariç. Onunla normalim. Bu blogda beni neden Joanne'le birlikte görmediğinizi sanıyorsunuz? Okur olarak sizi biraz daha eğitmem lazım sanırım. Normallikten hikaye çıkmaz. Bu kuralı sıradan salak reklam yazarları bile biliyor ki 'anormalmiş gibi' davranıp duruyorlar. (Gerçi bu basit şeyi bile bilmeyenlerine de rastlanıyor piyasada.)

Az önce anahtar kelimeyi söyledim aslında ben: Eğitim. Şu 'eğitim' kelimesinin geçtiği her yerden kaçıyorum ben. O yüzden şimdi buradan da kaçmam lazım.
Odama gidip üstüme akşam kıyafetlerimi giyiyorum. 'Akşam kostümü' deyince Elvis Presley kıyafetleri gibi şeyler beklemeyin benden. İnsan içinde gezerken fark edilmemeyi tercih ederim. O yüzden mayomu sadece plajda giyerim.  

Eğitim demiştim. Ajansların 'müşterilerini eğitmesi', reklamverenlerin 'ajanslarını eğitmesi' gibi karmaşaları yaşamış ve halen yaşamaya devam eden bünyem artık bu kelimeyi kaldırmıyor. Çok fazla laga luga var. Rabarbanın sesi fazla açık. Mıgırcalar havada uçuşuyor. Şu hayatı bize PDF olarak verseler keşke. Plazaya kapanmış, bir metreküp güneş görmediğim halde nerede bronzlaşıyorum ki ben? Evet. Farkına vardınız. Aynadan kendime bakıyorum şu anda. Telefon çalana kadar:
- JC?
- BB! Bu ne hoş sürpriz.
- İyi misin diye sormak için aramıştım.
- İyiyim BB'ciğim, iyiyim. Gayet iyiyim. Hatta şimdi dışarı çıkmak üzereyim.
- Yoksa benim yanıma mı geliyorsun?
- Evet. Nereden bildin?
- Hissettim bunu.
- Neredesin peki?
- Sana birazdan iPhone'dan koordinatlarımı ileteceğim.
- Deja vu.
- Harika. Görüşmek üzere. Lütfen beyaz giyin.
Küt. Telefon kapanır. Ben odama gider üzerimdeki her şeyi çıkartıp beyazlarımı giyerim. Neden beyaz giyinmem gerektiğini hiç merak etmez miyim. Etmem. Demek ki pozitifler toplantısı var. Madam De Le Patronaj'ın partisine gitmeden önce biraz pozitif enerji yükleneyim. Aslında bu akşamı karaoke gecesi olarak ilan edip vahşi bir şekilde 'Main Offender' söyleyesim vardı ama sanırım BB'nin beyaz giymiş insanlar partisinde 'siyah iç çamaşır giymiş' insanları yakalamaya çalışarak birazcık daha az eğlenceli, ama yine de eğlenceli birkaç saat geçirip, esneyip 'aaa yarın erken kalkmam lazım BB'ciğim' deyip kaçabilirim.

Joanne'i arıyorum. Gençliklerini 60'lı yıllarda yaşayıp bitirmiş, şu anda en büyük eğlenceleri dört kişilik klasik müzik orkestrası dinleyerek, ahşap zeminli- yüksek tavanlı ev partilerinde onun/bunun torununun hangi üniversiteyi bitirip, kiminle nişanlandığının anlatıldığı, en büyük heyecanın içeride çalan bir telefon olduğunda 'acaba kimin aradığı'nın merak edildiği sıkıcı bir ev partisinde 'akrabalarla geçirilen vakit' hanesine yazılan bir yerde olduğunu öğreniyorum. Gecenin ilerleyen saatlerinde, benim evimde buluşmak üzere sözleşiyoruz. Bu geceki programımı dört kontörle özetlediğimde, hayatımdaki bunca aksiyona imrendiğini söylüyor, ben de onun hayatındaki 'aksiyonsuzluğa' imrendiğimi söylüyorum. Biz bu yüzden birbirimize yakışıyoruz sanırım. Neden 'yakışıyoruz' dedim ki. Pis bir reklamcı olduğum için mi? Belki de öyledir.

Haydi ben Cuma gecesine başlıyorum. Siz de artık bunları okumayı bırakıp, çevrenizde 'iletişim' kuracağınız insanlar arayın ya da iletişim kurmak istemiyorsanız yatın zıbarın. Cumartesi sabahı erken kalkar ve güne 4-0 galip başlarsınız en azından.

11 Ocak 2009 Pazar

arkadaşım eşşek

'People try to get us doooooowwn' diyorum ben ve AJ hemen 'talking bout my generatioooon' diye devam ediyor. Neşe içinde ajansa geliyoruz. Resepsiyonu aşıp, asansöre binip, katımızda inip, koridora girip, Büyük Patron'un odasına doğru şarkı söyleyerek ilerliyoruz. 

Pasaport kontrolde karşımıza bir anda Madam De Le Patronaj çıkıyor. Ah, size onun kim olduğunu söylemeyi unuttum bir önceki post'ta: Kendisi Büyük Patron'un havalı asistanı olmaktadır, benimki kadar mükemmel olmamakla birlikte yine de ajansın en forslu ikinci kişisi olarak geçmektedir. Benden sonra. Büyük Patron üçüncü sırada geliyor. Ha ha ha. Şaka yapıyorum tabii ki. Burada herkes eşit. Sidik içen çocuk çat kapı Büyük Patron'un odasına giremez ama biz girebiliriz. Neyse, kapıda biraz oyalanmamız icap ediyor:

- İniş izni istiyoruz sevgili Madam De Le Patronajjjj. Diyorum.

Gülümseyerek bakıyor bize. 

- Girin bakalım, sizi bekliyordu zaten.

Patronun odasına her girişimde karşımda terzisini buluyorum. Enteresandır ama bu sahne hiçbir zaman şaşmıyor. Bu sefer bir adım daha ileri gitmiş olarak, bizim Büyük Patron'u pantolonsuz yakalıyoruz. Daha önceleri bu odaya girdiğimde karşılaştığım, sizin enteresan bulacağınız şeyleri sıralamam gerekirse; Andy Warhol'e benzeyen bir adam ve baştan aşağı ten rengi body giyinmiş yardımcısı Deniz Kızı Kerastes - ayın yüzeyini bir reklam mecrası olarak kullanmak gibi uçuk bir projesi vardı ve ben odaya girince susmuş ve popoya benzeyen enteresan çerçeveli siyah gözlükleri ile beni incelemişti, ben de yanındaki Deniz Kızı Kerastes'i-, patronun karşısındaki koltukta oturmuş fotoğrafçıya poz vermek için otuz bir çeken bir CJ - ne maksatla bu pozun fotoğraflandığını hiçbir zaman öğrenemedim-, reklamda kullanılacak jartiyeri bizim Büyük Patron'a göstermek için asistanının eteğini yukarı kaldırmış halde yakaladığım ve yanında çalıştırdığı kızı konu mankeni olarak kullanmaktan çekinmeyen reklamveren yöneticisi - ben odaya girdiğimde adam Rus kadınlarıyla takılırken polis baskınına uğramış herifler gibi kızın eteğini küt diye aşağı çekmişti ve ben neden böyle bir demonstrasyon yapma ihtiyacı duyduğunu hâlen anlamış değildim- gibi çeşitli sahneleri sayabilirim. Daha çoook sahne var ama bunların hepsini burada anlatırsam siz bu paragrafı okumaktan sıkılıp ötekine geçebilirsiniz diye kısa kesiyorum. [Elbette sıkılmayacağınızın farkındayım ama ben anlatmaktan sıkılıyorum zira burada anlatmamı bekleyen daha başka bir hikaye var. Teşekkürler. Haydi öteki paragrafa atlayın bakalım.]

- Hoş geldiniz çocuklar! Diye sesleniyor patron bize. AJ hemen patronun mini bar'ına doğru yol alıyor fakat ben her seferinde odada rastladığım bu terzinin, bizim Büyük Patron'un ölçüsünü neden her gün aldığını anlamak için yanına çömeliyorum.

- Bir şey soracağım size, diyorum; Patronun ölçüleri her gün değişik mi çıkıyor acaba?

Adam tuhaf bir ifade ile suratıma bakıyor. O sırada farkına varıyorum ki, ben bu adamı hiçbir zaman konuşurken görmedim. Türkçe bilmeyen, yabancı uyruklu bir terzi bile olabilir. 

- Ne yaptınız çocuklar? Hallettiniz mi şu HH işini? Diye soruyor patron bize.

HH, bizim Büyük Patron yaşlarında, iki eski arkadaşın, emekliliklerinden sonra mecburen kurdukları bir şirket. Bu iki kafadar, emekli olunca evde oturma hayalleri ile tüm çalışma hayatlarını tükettikten sonra karıları tarafından evden kovuluyorlar. Evde oturan erkek görmek istemeyen karılarının elleriyle evden atılan bu iki adam, kafa kafaya verip bir ev tekstili firması kuruyorlar. Gıcık olduğum şirket isimleri serilerinde sonu -AŞ ve -SAN ile biten firmalardan birini daha kuruyorlar: Haşaş. Aslında onlar Hush A.Ş. adlı bir firma kuruyorlar (havalı olsun diye) ancak bu şirket iflasın eşiğine gelmek üzereyken neredeyse bedavaya işe aldıkları, istekli, meraklı bir üniversite öğrencisi tarafından 'bir reklam ajansı bulalım kendimize' cümlesi ile son bir kulaç atmak için ajans aramaya başlıyorlar. Bizim Büyük Patron'un yaş grubundan oldukları için, eski dostlardan biri tarafından bizim Büyük Patron'a öneriliyorlar. Bu arada, anlattığım bu hikayenin bundan dört beş sene önce cereyan ettiğini hatırlatmakta fayda var. Hani siz 'şirketimizin 80nci yıl dönümü' tipinden cümleleri duymaya alışık olduğunuz için - ve alışık olduğunuzdan ötürü aslında duymadığınız - bu şirketin de o 'çınar' şirketlerden biri olduğunu düşünebilirsiniz. Ayrıca burada imâ etmeye çalıştığım başka bir şey de, iflas etmek üzereyken aldığımız bir firmayı nasıl ülkenin en büyük reklamverenlerinden biri haline getirdiğimizi söyleyerek böbürlenmek ve 'reklam bir bilim midir yoksa sanat mıdır' soruları ile boğuşup duran şu lanet piyasada 'pohpohlanmak istiyoruz' cümlesini kurmadan, bizi pohpohlamanızı sağlamaktır. [Biliyorum çok fazla konuşuyorum ama ben kurduğu cümleler üzerinden para kazanan bir blogcuyum. O yüzden lafı istediğim kadar uzatabilirim.]

Neyse, biz bu iki amcanın kurduğu, bok görünümlü isme sahip şirketin ismini değiştirerek başlamıştık çalışmaya. AJ'in bunu HH şeklinde yazması ile üç saniye içerisinde büyük bir kısmı çözülen dertlere rağmen ajans o zamanlarda bu işten köşeyi dönmemişti. Zira 'en boktan' müşteri olarak görüldükleri için ajanstaki hiçbir grup da bu müşteriyi üstlenmemişti. Patronun benden ricası ile ajansta takım kurmadan marka idare etmenin örneğini sergileyerek, bendeniz bu işin altından çıkmıştı. Hatta size şöyle söyleyeyim; o günlerde atölye denilen hergeleler havuzunda basılı işleri yaptıracak hiçbir grafiker (götünü kaldırmak istediğinizde onlara 'art direktör' deyin) bulamadığım için, freelance çalışan İ Bey'den destek almıştım. (İşte böylece İ Bey'le olan hikayemizin bir kısmını da öğrenmiş oldunuz.)
Karıları tarafından evden kovulan bu iki adam, bir sene içinde HH markası ile şaha kalkıp, oluk gibi akan paralarla gününü gün edip, 'bizi eve almayan karılar yerine, bizi evden çıkartmayacak karılar istiyoruz' diyerek karıları boşayıp, yenilerini alıp, üzerine birkaç metre de metres ekleyip şirket ile ilgilenemez olunca, üç kuruş para ile şirkete alınan ve sonra şirketin 'pazarlama müdürü' olan 'o' üniversite öğrencisi tarafından yönetilmeye başlayınca bizler için problem olmaya başladı. İşte tam o sırada günümüzden birkaç hafta öncesine gelmiş oluyoruz. Geçtiğimiz hafta HH'ın, MLFO İstanbul ile yaptığı görüşmede de bu iki amcanın hiçbiri olmadığı gibi, 'pazarlama müdürü' de olmadığı için oraya görüşmeye giden grubumuz (AG, Miranda ve mini etekten başka bir şey giymeyen asistanları) ile yapılan görüşmede daha çok 'havadan sudan' konuşulmuş ve kampanya zamanı geldiğinde, bir önceki toplantıda hiçbir şeyin konuşulmadığı ortaya çıkmış.
Takvimlere bakıldığında üç gün sonra yeni reklam kampanyasının (televizyon başta olmak üzere tüm mecraların kullanılacağı, milyon dolarlık kampanyalardan bahsediyoruz elbette) çıkması gerekirken şu anda hiçbir grubun bununla uğraşmadığı ortaya çıkıyor!
İşbitirici olarak iş yine bana kaldı ve AJ'yle birlikte bu işi çözüp geldik ve şimdi patrona olanı biteni anlatma zamanı:

- Demek şu mini etekli kızları görünce, adamlar dünyayı unutmuş ha?
- Evet patronum, pantolonum.
- O zaman ben şu kızların 'dikkat dağıtıcı etkileri' konusunda AG ile bir konuşayım.
- Ayrıca yeni müşteri alırken, yönetim kurulundaki kadın-erkek dengesine de dikkat etmek lazım.
- Şu senin eşşek arkadaşın ne zaman geliyor askerden JC? Diye soruyor patron.

Arkadaşım eşşek, askerlik görevini Artvin'de sürdüren, ajansın Stratejik Planlamacısı. Kısa dönem askerlik yapmak üzere ortadan kaybolduğu için yerine yenisi alınmadı. Aslında, itiraf edeyim, bizim eşşekin ikamesi olabilecek daha iyi birisi bulunamadı. Hani her daim eleman arayan ajanslar gibi de görünmemek için, eleman ilanını keserek bu işi AJ ile aramızda bölüştük. Ne kadar 'gayri-profesyonel' diyorsanız eğer içinizden, şirketinize gelerek (her ne kadar global-kurumsal olursa olsun) 'un-professional' diye adlandırılan bir yığın uygulamanızı ortaya çıkartabiliriz. Bu yüzden kapayın o üç günlük sakallarınızla süslediğiniz çenenizi ve çevrenizdeki insanlara çalışıyormuş gibi görünerek okumaya devam edin. 

Patron huysuzlaşmaya başlıyor. Ağzından bir kelime bile çıkmayan terzisine bir şeyler söyleyip duruyor fakat adam sadece kafasını sallıyor. Dilsiz bile olabilir. Nasıl bizim Creative Director'ün asistanını hiç ayakta görmediğim için 'bacakları olmadığını' düşünüyorsam bu adamın da dilsiz bir kızılderili olduğunu düşünmeye başlıyorum. Algılarımla oynamayın lütfen.
AJ'e göz kırpıyorum, kafamla kapıyı işaret ediyorum. Odadan çıkıyoruz.

- Akşama kadar çıkartırım bir şeyler. Diyor AJ. 
Biliyorum. Çıkartır.
- People try to put us doooooown. Diye şarkıya en baştan başlıyorum. AJ koridorda benim tam ters tarafıma doğru giderken 'talkin bout my generatiooooooon' diye devam ediyor. O sırada Madam De Le Patronaj'la gözgöze geliyorum:
- Akşama cover night var, gelmek ister misin? Diye soruyor bana.
- Madam, diyorum; büyük bir zevkle.

Odama döndüğümde Mük'cüğüm çıplak ayaklarını, sınır karakolunda masanın üzerine atmış, ağzındaki otu çiğneyen bir kovboy pozu vermiş halde oturuyor. 
- Hey cow girl, diyorum. Giymediğin ayakkabılara onca parayı neden veriyorsun?
- Ayakkabı sanayini desteklemek için, gibisinden enfes bir cevap veriyor.
- Haydi biraz da beni destekle. İki kahve alıp odama gel. Senden bir şeyler isteyeceğim. Diyorum.

Daha önce size söyledim mi bilmiyorum ama, Mükemmel asistanımı bir stratejik planlamacı olarak yetiştiriyorum. Şşş kimseye söylemeyin. Mük'ün bölmesinin olduğu yerden odama girdiğim zaman içeride çalan şarkıya şaşırıyorum.
- People try to put us dooooooown, talkin bout my generatioooooon. 

Yok artık!

10 Ocak 2009 Cumartesi

Üniversitedeyiz

Büyük Patron'un bok yemelerinden biri de, çalışanlarını (yani bizleri) arada bir üniversitelere konuşma yapmak, 'gençlere' [sanki biz onun gibi moruğuz] reklamcılığı anlatmak üzere göndermesi. Şimdiye kadar gittiğim üniversitelerde sektörün tansiyonunu çocuklara yansıtmamaya çalışıyordum. Bizi masabaşında oturup 'reklam fikirleri' geliştiren insanlar sanmalarına izin veriyordum ama bu sefer gerçekten hazırlıksız yakalanmıştım. 
Hayır evlatlarım. Reklamcılık öyle bir meslek olsaydı bu memuriyetten farksız olurdu. Üstelik siz bir beynin yaşamı boyunca kaç tane akıllı cümle sıçabileceğini zannediyorsunuz? Uyuşturucu maddeler alıp 'tahtanın üzerinde bir tebeşir geziniyor, yoksa gördüğüm bu şey bir teneşir mi' tipinde cümleler yazıp kendinizi 'yaratıcı' zannedebilirsiniz. 'Madde' ile yapılacak iş olsa idi bu, Cola otomatları yerine ajanslara 'hap otomatları' koyarlardı. [Buna da 'güzel fikir' diyen insanlar çıkacaktır. Aslında çıktıkları gibi içeri sokmak lazım bunları.]

Neyse, ben tam kendimi Mükemmel asistanıma 'bugünkü programım nedir?' diye soran salak bir patron gibi hissediyordum ki... Tam o sırada odaya Madam De Le Patronaj ve Büyük Patron'la birlikte AJ girdi ve kolumdan tuttukları gibi beni asansörlere doğru götürdüler. Nereye gittiğimizi öğrendiğimde üniversitenin otoparkındaydım. Arabadan inerken yanımızdaki araçtan inen kadına gözüm kaydı ve: 
- AJ, şu arabadan inen kadın Boyalı BB'ye benzemiyor mu? Diye sordum.
'Ta kendisi JC.' dediğinde AJ, Boyalı BB bakışlarını bana çevirip 'Boyalı BB mi dedin sen JC'ciğim' diye sorduğunda ajans içerisinde kullanılan bir terim daha ortaya çıkmış oluyordu. Suçu elbette AG'ye attım. Onun güzelliğini kıskandığı ve bu güzelliğin sebebini tamamen bir 'boya'ya indirgediği için ortaya 'Boyalı BB' diye bir lakap attığını vurguladım. Dün gece çok fazla TRT seyrettiğim belli oluyor mu? Birisi soğan mı yedi dün gece? Büyük Patron madem konuşmayacaksa neden bizimle geliyor? Madam De Le Patronaj'ın burada ne işi var? Sidik içen çocuğu da yanımızda getirmemiz gerekmez miydi böyle bir etkinliğe? Zira çocuklara örnek olması gereken bir sübyana ihtiyacımız olabilir. Sidik içen çocuk kim mi? Şimdi patron beni iyi dinle...

- Ve dünyanın en kreatif ajanslarından MLFO İstanbul ofisinden JC Bey bize ajansı ve reklam sektörünü anlatacak.

Sahnenin ortasında kendimi bulduğumda alkışlardan önce duyduğum son söz bu idi. Halbuki ben patrona sidik içen çocuğun hikayesini anlatmaya başlıyordum tam. İlk repliğimi ezbere söylediğim için [Merhaba, benim adım JC, global bir reklam ajansında işbitirici olarak çalışıyorum...] ikinci cümlesi olmayan bir kitap gibi meraklı bakışları ile beni izleyen veletlerin karşısında kalıverdim.

- New York'taki global toplantıda ajansın isminin değişmesi gerektiğini defalarca vurguladım. Ne o öyle MILF gibi? Hatta iyi para vurmuş petrolcü müşterilerimizden bir tanesinin para babası, köy ağası, soğan kokulu ağzı bir gün bana 'bizim çocuklar sizin ajansa Malafat diye isim taktılar, hoha hoha hoha' dediğinde ağzının ortasına bir tane çakasım gelmişti. Bu arada dün gece çok fazla TRT seyrettiğim belli oluyor mu acaba çocuklar? Haa bir de, öğle yemeğinde soğan yemiş bir insan varsa yanınızda el kaldırır mısınız? Kim olduğunu bulmaya çalışıyorum onun...

AJ'in önce yapmacık bir kahkaha atıp sonra elimden mikrofonu alarak beni bu eziyetten kurtarmasını hayatım boyunca unutmayacağım. Bu tip durumlarda birinin beni tutması gerekiyor zira repliğini unutan bir aktör gibi doğaçlama yapma zorunluğu hissediyorum ve kariyer derdim olmadığı için ağzıma geleni söyleme lüksüne sahip biri olduğumu düşünüyorum. AJ beni iyi tanıyor, birkaç dakika sonra çocuklara, rektörlerinin akşamları karısı ile nasıl konuştuğunun taklidini yapıyor olabilirdim ve adam en ön sırada 'hayranlıkla' suratıma bakarken bunları anlatıyor olmamdan hoşlanmayabilirdi. Kendisiyle barışık olmasını bekleyemem tabii ki.

Buraya geleceğimizi daha önceden biliyor olsa da bu tip durumlarda kullanmak için RAM'inde her daim bir konuşma metni bulunduran AJ konuşmaya başladığı sırada sahnenin çok sıcak olduğunu hissedip üzerimdeki gömleği çıkartıyorum. Az önceki hızımı kaybetmemiş olsam gerek ki, çıkarttığım gömleği izleyicilerin üzerine atıyorum. Neyse ki bizi 'sıra dışı insanlar' olarak görmekte ısrar eden izleyici kitlesi bu hareketten oldukça memnun kalıyor. Hatta kızlardan biri, gömleği yakaladıktan sonra kokluyor! Tamam, soğan yiyen kişi ben değilim ve parfümüm harika ama bu yine de bir Tinto Brass filmi değil ve roller karıştı sanırım.

- Siz de yazar mısınız JC Bey?
- Öncelikle bana lütfen JC deyin. Ya da bana JC deyin lütfen. Evet. Ben de yazarım. Bizim ajanstaki herkes yazardır. Afraid To Shoot Strangers'ın 2nci dakika, 43ncü saniyesinden sonrasını ben yazdım. Ki en sağlam kısmıdır. Sizin yaşınız Iron Maiden'a yetiyor mu? Aa sahnelerin nesini seviyorum biliyor musunuz çocuklar, şu anda arka sıralarda yanyana oturmuş iki aşk kuşu birbirinin kuşunu okşayıp duruyor ve bunu biz buradan görüyoruz. Utanmayın çocuklar, kimliğinizi açıklamayacağız. Lütfen arkanıza bakıp arkadaşlarınızı rahatsız etmeyin. Size bir fıkra daha anlatayım: Rektörün biri (sözümüz meclisten dışarı demeyi unutmuyoruz, aha haha) tıp fakültesi dekanını çağırıp 'dekadan da kim ulan' diye bağırmış. 

Ayakta alkışlanarak oradan ayrılıyoruz. AJ 'performansın iyiydi' diyor bana. Madam De Le Patronaj bu akşam için uygun olup olmadığımı soruyor. BB gözleri faltaşı gibi açık halde 'etkileyici bir insansın JC'ciğim' diyor, Büyük Patron'dan da bir yorum beklerken, ne diyor? 'Arabayı ben kullanacağım'.

Ah bu adam tam bir çocuk. 

9 Ocak 2009 Cuma

Boogie'nin son fıkrası

İlk versiyonu bu idi:
Creative Director'ün biri Bodrum'a gitmiş. Döndüğünde ajanstakiler 'nerede kaldın' diye sormuşlar.
- İkilemde, diye cevaplamış Creative Director.

AJ'in dediğine göre, Boogie ona ikinci anlatışında şöyle anlatmış:

Creative Director'ün biri Bodrum'a gitmiş. Döndüğünde ajanstakiler 'nerede kaldın' diye sormuşlar.
- Trafik vardı, demiş Creative Director.

CJ hergelesi de şu şekilde anlatıyor: (Metni sadece yazarı değiştirebilir kuralına uymasını bekleyemezsiniz tabii ki bu hayvanın.)

Kreatif Direktörün biri Bodrum'a gitmiş. Döndüğünde arkadaşları sormuşlar 'nerede kaldın' diye.
- Trafikte kaldım demiş Kreatif Direktör.

Salak! Ajans dışındaki insanlara da 'bu fıkrayı ben buldum' dese bile şaşırmam. Clone Job.


8 Ocak 2009 Perşembe

Kayıt yapıyoruz

AJ'lerin grubunun kiraladığı garajdayız. Sanayi sitesinin ortasındaki bu garaj, akşamları prova yapmaları için tutulduğundan, gece geç saatlerde iyice ıssız bir yere dönüşüyor. Hiç beklemediğiniz bir anda karşınızda CJ'i görürseniz çığlık çığlığa kaçmanız olası. Uyarmadı demeyin sonra.

Uzun sürdü AJ'i Iron Maiden çalmaya ikna etmem ama sonunda başardım. Bu gece oturup Afraid To Shoot Strangers'ı çalacağız ve kaydedeceğiz. Daha doğrusu vokallerde ve gitarda AJ olacak, ben davulda olacağım, kime bası vereceklerini bilmiyorum. [Hahaha, bu klasik esprileri bir de benim ağzımdan duyun istedim.] 

Tüm gün evde olduğum için bol bol pratik yapma imkanı buldum. Groupie'm olarak da Mükemmel asistanımı getirdim yanımda. Bu kadar özentilik bana bile fazla gibi geliyor ama Mükemmelimin yine yalın ayak gezdiğini fark etmem, dikkatimi başka yerlere çekiyor. Mesela şu anda kapıdan içeri girmekte olan CJ kılıklısı. Suratına en pis sırıtışını yerleştirmiş. Muhtemelen AG'den bir gün önce neler olduğunu dinlemiş olsa gerek. 

- Dostum geçmiş olsun. Diyor bana.
- Dostum mu? Nesin sen? Dublajlı bir zenci mi? Diyorum.

Pis sırıtışını hiç bozmadan diğer çocukların yanına gidiyor. White Men Can't Jump tripleriyle dolanıyor ortalıkta. Ve gözü Mükemmel asistanıma kayıyor. Tam bizim karşımıza oturup gözleriyle Mükemmel asistanımın ayaklarını incelemeye başlıyor. Arrgghh. Bir de hiç utanmadan Mük'e göz kırpıyor. Ööö tiksintim zirve noktasına kayıyor. Tek avuntum, Mük'ün bu dümbüğün ne mal olduğunu biliyor olması. Zaten o yüzden ona 'mük' diyorum. Çok güzel bir şekilde göğsünde yumuşatıp, çöpe atmayı biliyor bu 'yılışık komplimanı'.
- Harikasın groupie'm. Diyorum Mükcüğüme.

AJ gitarını eline alıp, Slash edasıyla salonun ortasına geliyor. Ağzındaki sarma sigarayı yanındaki kızlardan birine verip 'hadi başlayalım' diyor. Bagetimi elime alıp davulun başına geçiyorum Lars Ulrich edasıyla. Peki tahmin edin, kime bası veriyorlar? CJ kılıklısına! Bir anda Liam Gallagher edasına bürünüp davulun başından kalkıyorum.
- Bak AJ, bası verme esprisi okey ama bunu yapmayalım istersen. Diyorum.
AJ gülümseyerek CJ'e dönüyor ve:
- CJ, Jason Newstedt dururken sana bası vereceğimizi düşünmüyordun herhalde değil mi? Diyor ve salonda bir kahkaha kopuyor. 
- Dostuuum. Diyor CJ puştu, bozuk bir halde. Jason Newstedt kimmiş?

Groupie'lerin arasından daha önce bir kere gördüğüm dev bir adam kalkıyor ve salonun ortasına doğru geliyor. CJ'in elindeki bass'ın jack'larını söküp, yerde duran kendi bass gitarına takıyor. 
- Hadi kış kış.

AJ'in eski ajansından arkadaşı olan bu çocuğa karşı sempatim gelişiyor bir anda. İnsanoğlu böyle bir yaratık işte diyorum kendi kendime. Daha önceden hiç muhabbetim olmayan bir adam gelip gecemi kurtarıyor. İsterse dünyanın en kötü basçısı olsun, umrumda değil.
Zaten kötü basçı diye bir şey yoktur, kötü gruplar vardır. Biz de iyi bir grup olabileceğimizi ispat edeceğiz birazdan.

Gözüm Mük'e kayıyor o sırada. Kanepelerden bir tanesinin kenarına ilişmiş, yanındaki kız ile bir şeyler fısıldıyorlar birbirine. Tam benim baktığım sırada kafasını bana çevirip bakıyor ve baş parmağını kaldırıp 'wooo hooo' diye bağırıyor. AJ, kaydı yapacak olan ses mühendisi arkadaşına dönüp kafasını sallıyor, grubun diğer elemanları da yerini alıyor ve şarkı başlıyor.

[Stereo olmasa da buradan [yeni pencerede açılır] dinleyebilirsiniz - bizimkini paylaşamam. Ya da aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz.]
AJ gitar solosuna girene kadar salondakiler huşu içinde dinliyor. Gitar solosunun başlaması ile ben de coşuyorum veee.

Güzel bir gece oluyor. Son davul darbesini de vurduktan sonra alkışları kabul ediyoruz. AJ de bize dönüp, grup arkadaşlarını alkışlıyor. Yerime dönünce Mükcüğüm bana sarılıyor.
- Harikaydı. Böyle iyi davul çaldığını bilmiyordum. Diyor.
- Daha bilmediğin çok şey olabilir bebek. Diyorum Mick Jagger edasıyla.
Bana telefonumu uzatıyor. SMS'i görüyorum: 
'Telefonun tek hoparlöründen dinlediğim kadarıyla bile oldukça güzeldi. Mükcüğüme teşekkürlerimi ilet. Eve geldim. Kahveyi koymak üzereyim. Z3 ne kadar sürede seni buraya getirir?'

Minnet dolu bakışlarla Mük'e bakıyorum. Neyi kastettiğimi anlıyor ve 'bir şey değil patroncuğum' bakışları ile o da gülümsüyor bana. 
- Çıplak ayaklı kontes benimle gelecek mi burada mı kalıyor? Diye soruyorum Mük'e.
Yerden ayakkabılarını alıp, AJ'e el sallayıp, diğer groupie kızlara öpücük gönderip benimle birlikte salonu terk ediyor. Yalın ayak. Kapıda bekleyen Bond arabasının direksiyonuna geçerken kendimi her seferinden farklı olarak bir rock yıldızı gibi hissediyorum. 
- Konser biter bitmez olay yerini terk ederek tam bir rock yıldızı olduğunu ifade ediyorsun JC. Diyor bana. Bu kız, aklımdan geçenleri iyi okuyor. 
- Kız arkadaşının evi nerede? Diye soruyorum gülümseyerek.
- Just drive. Diyor bana yorgun bir şekilde arkasına yaslanırken. 
'Umarım eve ulaşınca ayaklarını yıkıyordur' diye geçiriyorum içimden. Evinin oralardaki çiçekçinin önünde inmek istiyor. İner inmez bana bir adet kırmızı gül alıp uzatıyor. Öpücüğünü gönderip kapıyı kapatmadan önce:
- Joanne kırmızı gül seviyor. Diyor. Sonra ekliyor 'bu akşam benim evdeyiz, thanks for the ride'.
- Sevgilerimi ilet. Diyorum ve sürüyorum bu sefer James Bond edasıyla.

Kapıyı Joanne açıyor. Ona sarıldığımda, o sapsarı saçlarını koklarken, arkamda birbirine kavuşmuş ellerinin arasına koyuyorum kırmızı gülü. Uzaktan bakıldığında, silüetim kıçında kırmızı bir gül olan canavar gibi görünüyor ama umrumda bile değil. Hayatım mükemmelliklerle dolu.
- Perşembeyi iple çekiyordun ama o ipi, kırmızı bir güle çeviren sihirbazımmışsın meğersem. Diyor tatlı gülümsemesi ile. 

Kapatıyorum artık. Gidin.