30 Nisan 2009 Perşembe

Salak AG: "Fuck body" diye yazılmaz "fuck buddy" diye yazılır

Uzun zamandır AG'nin saldırısına uğramamıştım değil mi? Siz öyle sanın! Bu isterik karı tarafından tacize uğramak için yaşıyor olmanıza bile gerek yok. Öldüğü halde arkasından hala küfredilen insanları bildiğiniz halde neden sağda solda bu karının benim hakkımda ileri geri konuştuğunu ve sanki gerçekten onun 'fuck body'siymişim gibi benden bahsettiğini anlayabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Bırakın dalga geçmeyi benimle!

1001 Gece Otelleri'nin bayıldığım kurumsal ilişkiler direktörü hatundan öğrendim: AG'ye benim hakkımda sorular sormuş ve fakat AG sürtüğü yine şu 'fuck body' meselesini karıştırarak tüm şansımı yok etmiş! Ondan en az benim kadar nefret etmek için bir sebep daha buldunuz mu şimdi? (Hala sebep göremedim diyenler; lütfen ekranınızın sağ üst köşesindeki kapatma şeysine basın ve bu blogdan defolun gidin! 'Sağ üst köşede kapatma düğmesi yok ki' diyorsanız sizi Steve Jobs becersin! Pis zübbeler.)

- Demek o tip kadınlardan hoşlanıyorsun JC? Diye soruyor bana, bayıldığım şu kurumsal ilişkiler direktörü.
- Gerçeği öğrenmek ister misin tatlım? Diyorum
- Elbette. Diyor.

Sizi öyle kötü bir duruma sokarlar ki, kurtulmak için debelenmeniz bile yetmez. Bu pis durumun içinde de ölmek istemezsiniz ve sahneden sürünerek uzaklaşmaya kalktığınızda bile o pis durum sizi içine çekmeye devam eder.

Birincisi 'tip' diye bir şey yoktur. Her insan, her şart altında 'tiplerden' hoşlanır. Hatta bence buna bilimsel olarak eğilseler, her insanın kafasında yatan yüzlerce farklı tip olduğunu belirleyebilirler. Seçeneklerin ve dünyanın bu kadar genişlediği yerde işi 'tip' gibi tekil bir kavrama indirmek, emin olun, dünyanın içinde bulunduğu her şeye bir hakarettir.

Neyse, bir zamanlar çok sevdiğim bir karımın olduğunu ve o sıralarda bu ajansta çalışmaya başladığımı anlatırken buluyorum kendimi. İlgiyle dinliyor beni kurumsal ilişkiler direktörü. Bu sırada AG denen bu sürtüğünde bana iyi davranmaya başladığını ve hiçbir ortak işimiz olmadığı halde ajans içerisinde benimle en fazla vakit geçiren kişinin o olduğunu fark ettiğimde her şeyin geç olduğunu anlatıyorum ona. 'Meğersem bu kadının bende gözü varmış tatlım,' diye devam ediyorum anlatmaya: 'Üstelik, o sıralarda cep telefonu olmadığı için beni ajanstan arayan karıma telefonda 'JC toplantıda', 'JC sekreteriyle' ve 'JC bu gece eve gelmeyecek' gibisinden 'evlilik bitiren' cümleler kurarak farkında olmadan eşimle de aramıza girdiğini, bilmiyorum söylemeye gerek var mı?'

- İnanılmazzz, diyor kurumsal ilişkiler direktörü. Bir kadının, bir başka kadın hakkındaki kaltaklıklarını dinlerken içine girdiği zevke sokuyorum kadını. Bir kadının, ilgi alanına giren bir erkek hakkında, bir başka kadından -üstelik nasıl yazıldığını bile bilmeden- 'fuck body' kıvamında bahsedilmesi sırasındaki kıpırtılardan çok farklı olduğunu tahmin edebilirsiniz bunun.

- O günden beri bu kadın, ben diğer kadınlara yar olmayayım diye, arkamdan bu şekilde konuşmaya devam ediyor.

Sahne bir an değişiyor:
- (Tüm bu öğrendiklerinden sonra, yüz ifadesini değiştirip) Aslında fena karı da sayılmaz. Diyor kurumsal ilişkiler direktörü.

- Sözlerime burada son verirken...
- Ah hahaha. Şaka yaptım canım. Diyor ve olay tatlıya bağlanıyor.
- Yeni ajansınız hangisi bakayım? Diye ağız yokluyorum.
- İstersen bunu haftasonu otelde konuşalım? Misafirim olmanı istiyorum. Güzel bir haftasonu geçirelim birlikte. Diyor.
- Vaay, demek Mata Hari rolünü bu sefer bana veriyorsun. Diyorum.

Çapkın sırıtışlarla odadan çıkarken Mük beni mıncıklıyor:
- Ben de dahil miyim bu programa?

Tabii herkesin derdi başka.

28 Nisan 2009 Salı

'çekimdeymiş' rahatsız etmeyin

Üzerime yapışan tüm işleri temizlemekte üstüme yok! İddia ediyorum!

Yabancı ortaklara karşı bir hassasiyetim var. Onların burnunu sokması ile kısmen derli toplu bir sektöre kavuşmuş bu topraklar. Yabancıların elini atmadığı işlere bir bakarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Öteki türlü, sektörü kendi kıçının şekline benzetmek için birbiriyle boğuşan en azından iki tane oyuncu görebilirsiniz.
İşte bu yüzden, ne zaman yabancı ortaklardan birileri İstanbul'a gelse, onlara karşı özel bir 'yumuşaklık' sergiliyorum. Ofisten çıkmadan önce onlarla geçirdiğim bir saat -farkında olmasalar da- onlar için büyük bir nimet aslında çünkü ben ofis içinde Büyük Patron da dahil hiçkimse için bir saatimi harcayamam!
Kusura baksınlar: Kusurun kendileri olduklarını görecekler!

Kapris makinesi kadın, şu gazeteden gelenlerle kampanyayı sanki kendisi yapmış gibi anlatıyor saatlerce. Haftasonu ekinde 'tam sayfa' kaplayacağını beklerken, çeyrek sayfalık bir yerde görünce muhtemelen asistanının bir taraflarına sokacak o gazeteyi, bizim değil.
Haa bir de:

İnsanları 'seks yaptım' cümlesinden daha fazla tatmin ettiğini sandığım bir cümle daha var ki, kendisi 'çekimdeyim' cümlesi oluyor. İnanır mısınız bunu şunca yıllık meslek hayatımda kaç kere gözlemlediğimi sayamadım, sayamazdım çünkü bu, şelalenin kaç damla sudan oluştuğunu saymak gibi bir saçmalık olurdu.
Halk kitleleri, telefonla rahatsız edildiklerinde (biz ona 'telefonla arandıklarında' diyoruz), herhangi birisiyle konuşmayı ertelemek için (biz ona 'iletişim' diyoruz) gibi durumlarda telefondakine veya yanındakine 'çekimdeyim şekerim, sonra arasam olur mu?' demeye bayılıyorlar. Bunun bir benzeri de 'röportajdayız şu anda bebişim, ben seni sonra arasam olur mu?' cümlesi. (Buna da röportaj fetişi diyelim.)
Kapris makinesi şarkıcı kadın ise aynen şu yukarıdaki cümleyi kurdu, röportajın tam ortasında telefonu çaldığında, kendisini arayan kişiye: 'Bebişim, şu anda röportajdayız, ben seni sonra arasam olur mu?'

Araya not: 'Bebiş' lafını bu dile kazandırdığını zanneden kişi. Dünya dilleri cehenneminde cayır cayır yanacaksın!

Bu cümleyi duymamak için (beni irite eden cümlelerden biri, evet, irite kelimesi bile beni bu kadar rahatsız etmiyor) reklamveren temsilcilerinin de orada bulunduğu sırada hiçbir çekime gitmemeyi tercih ediyorum. (Çekim adı verilen etkinlikler: Film, fotoğraf, seslendirme - evet, ona bile 'çekimdeyiz' diyorlar- ve sıkı tutunun: PPM!!! Daha fazla açıklama yapmadan parantezi kapatıyorum.)

Tito da bu cümleyi duymaya kıl olduğu için sette telefonunu açık bırakanların telefonunu kırıyor. Bu yüzden asistanı, sete girenlerin telefonlarını kapattığından emin olmadan içeriye kimseyi göndermiyor. Fakat buna rağmen, aynı cümle şu şekilde sarf ediliyor:

Sete maymun izlermiş gibi bakmaya gelmiş bir reklamveren temsilcisi ile, ajans tarafından bir kişinin mola sırasındaki konuşmasından alıntı:
- Bu konuyu daha sonra konuşalım şekerim, şimdi çekimdeyiz.

Şimdi ben de bunları bloga yazıyorum ya: Ben de çekimdeyim ulan, syktyryn gidin!

27 Nisan 2009 Pazartesi

pazartesi sendromları: pazendrom

Pazartesileri hayata dönmenin zorluğu, tamamen şehir hayatına bağlı olmamızdan kaynaklanıyor. Başka bir sebebi yok. Kendi kendimizi at gibi koşturup durduğumuz için: Deh oğlum deeh.

Karşımda Aloe Vera’yı görmeyi beklerken, İ Bey dalıyor odama:
- Evlat! Diyor.
- Ooo İ Bey.
- Sana haberlerim var. Ajans kuruyoruz.

Geçmişteki ajans kurma deneyimlerinden kafasının düzeldiğini sanıyordum. Yeni bir ajans kurmak kötü değil ama bunu bırakın da gençler yapsın. Bazen burada her şeyin tersine işlediğini düşünmeye başlıyorum. Kendine örnek olarak aldığın ülkelerde 30’unu geçmişlere ‘eski reklamcı’ deniyor. Burada ise 40’ına geldiysen ‘yetenek vaat eden genç reklamcı’ sıfatını alabiliyorsun. Zaman o kadar da hızlı akmıyor mu yoksa!

İ Bey’in heyecanlı bir şekilde anlattığı maceraları ve çözümleri dinlerken içeriye Aloe Vera giriyor. (Ben yokken) toplantı yapmışız meğerse!
- Hep kaçırıyorum şu toplantıları, diyorum.
- Gerekliyse kaçmaz merak etme, diyor İ Bey.

Bol şans diliyorum İ Bey’e. Gidiyor. Aloe Vera dertli. ‘Nasıl bir yapı var burada,’ diye soruyor ‘yapısızlık var’ diyorum.

Gülmeyin! Sizin kurumsal görüntüsü veren ‘global’ şirketlerinizde de komik şeylerle uğraştığınızı biliyoruz. Dışarıdan ‘mükemmel’ gibi görünen şirketlerin, bazen –veya sıklıkla- Anadolu’daki sıradan bir amatör küme takımından bile beter hallere düştüğünü hepiniz biliyorsunuz. O zaman nedir bu sidik yarışı?
Aloe’nin de bunları önceden çalıştığı yerlerde aştığını sanıyordum.

- Büyük Patron seni bekliyor JC, diyor Madam De Le Patronaj. (Konunun ne olduğuna dair bir fırtlık fikrim yok.)
- Gazeteden geldiler JC, diyor Mük. (Of o konuyu tamamen unuttum. AJ’e paslıyorum.)
- Kapris Makinesi kadın geldi, diyor Debi. (Of o konuyu da tamamen unuttum. Debi’ye paslıyorum.)
- Yabancı ortaklar geliyor, diyor CD. (Offf! Hepiniz bir dakikaya mı sıkıştınız?)
Pazartesi’ye başladık. Tam Büyük Patron’un odasına giderken, bir bakıyorum bizim Beton gelmiş.
- JC. Ofiste görüşmeyelim yahu. Gel dışarı. Diyor.
Ne zaman randevulaştık, ne zaman haberleştik, ne zaman çıktı geldi: Hiç hatırlamıyorum.
- Dur bir dakka oğlum. Burada bekle beni, geliyorum.
Diyerek uzuyorum Büyük Patron’un odasına doğru.

26 Nisan 2009 Pazar

yeniden ilişkiler

Tamam, Cumartesi fetişimi de yazın oraya.

Herkesin bayıldığı kız beni ajanstan almaya geliyor. Asansörde yine dokuzuncu kattaki kıza rastlıyorum. İnene kadar hiçbir şey demeden birbirimize bakıp duruyoruz. Asansörden inince:
- Araban yokmuş galiba. Öyle söyledi bizim kızlar. Diyor.
- Halbuki senin adını bile bilmiyorum. Diye cevaplıyorum.
- Bir yere bırakmamı ister misin? Diye soruyor.
- Çok naziksin. Diyorum. 'Bir arkadaşım almaya gelecekti beni' diyerek etrafta direksiyonunda herkesin bayıldığı manken kızın olduğu aracı aramaya başlıyorum.
- (Dalga geçer bir tavırla) Şu mu arkadaşın? Diye herkesin bayıldığı manken kızı gösteriyor.
- Aa evet. Diyerek uzaklaşıyorum yanından. El sallayarak.

Pembe bir Beetle ha? Bundan daha dişi bir arabanın içine bineceğimi düşünmezdim. Pembe Porsche var mı hiç?

- Hey yakışıklı! Diye sesleniyor bana herkesin bayıldığı manken kız.
- Hummer gibisinden bir şeyler beklemiştim ben ama. Diyorum. 'Bu da güzelmiş.'
- Hammır hummur. Bu daha dişi bir araba. Haydi nereye gidiyoruz? Diye soruyor.
- Çek SantiMetre'ye, güzel bir akşam yemeği yiyelim. Diyorum.

SantiMetre'de akşam yemeği, Ayson'da meyve, oradan YesName'de kafa dinlemeye, sonra Mük çağırdığı için Karaoke gecesine, orada bir sürü insanı ufacık Beetle'a doldurduktan sonra Brooklyn Köprüsünün Altı'na.
Mekana ulaştığımızda arabadan inerken yine dokuzuncu kattaki kız ile karşılaşıyorum. Üstünü değiştirip gece moduna girmiş. Zar zor bacağımı kurtarıp arabadan indiğimde karşıma çıkıyor ve bir süre arabanın içindeki kalabalığa bakıyor:
- Ne çabuk ürediniz böyle, çocuklar da kocaman olmuş. Diyor.
- Beklemezdim senden böyle güzel bir espri. Diyorum.

Tatlı tatlı gülümseyip, içeriye geçerken bana el sallıyor: 'Karşılaşıyoruz nasılsa' diyor giderken. Kulağımın dibinde herkesin bayıldığı kızın nefesiyle birlikte cümlesini de duyuyorum:
- Kim bu kız? Senden hoşlanıyor galiba. Diyor.

Aaah. Başlatmayın beni. Bu gece ilişkiler üzerine konuşmak istemiyorum.
İçeride Macarena'nın çaldığını duyunca Mük'e dönüp 'takvimler mi karıştı?' diye soruyorum.
Mük ise bu müziği duyduğu için çıldırmış gibi bir heyecanla içeriye yöneliyor:
- Ay çok uzun zaman olmuştu duymayalı. Heey makarenaaa. Diye içeriye dalıyor.

Elbette tüm gece içerideki kızlar tarafından süzülüyorum. Herkesin bayıldığı manken kızın 'yeni sevgilisi' rolüyle. Dünya dışarıdan göründüğü gibi olsa idi, dörtte üçü su kaplıydı. Bayılıyorum bu medya tabirlerine.

İnsanlar beni 'herkesin bayıldığı kız bu herifte ne buluyor' bakışı ile izlerken, ben dokuzuncu kattaki kızla neden bu kadar sık karşılaştığımı düşünüyorum. Acaba bir işaret mi bu?

24 Nisan 2009 Cuma

kampanyanın başarılısı

Gün Starbucks'ta başlar. Güzel bir Cuma sabahıdır. Akşamında başıma neler geleceğine dair hiçbir fikrim yoktur ama yine de bana umut verir. Zaten her kitabın da bir sonraki sayfasında saklı değil midir umut? Bir sonraki güne uyanmak için elimizdeki tek sebep değil midir umut?

Saçmalamaya başladığımı düşünüp bu paragrafa geçiyorum. Debi ile karşılaşıyorum kahve sırasında.
- Günaydın JC. Naber?
- (Ellerimi metal konserinde coşmuş bir dinleyici gibi yapıp, kafamı öne arkaya sallayarak cevap veriyorum. )

Kafasını uzatıp iPod'uma bakıyor:
- Men At Work- Down Under. Bu metal müzik değil ki. Diyor.
Altta kalmamak için klevajını parmağım ile açıp:
- Kırmızı iç çamaşır. İş yeri için hiç uygun değil. Diyorum.
Tam ağzını açacakken, işaret parmağım ile dudağının kapatıp:
- Şşş. Özel yerlere bakmak için izin istemek gerekir, öyle değil mi? Diyorum. Susuyor.

Cep telefonu ekranları, iPod ekranı, kızların çantaları gibi şeyler özeldir.

Neyse, her zamanki masama geçip geleni geçeni izlemeye başlıyorum. Bir yandan da not defterimi çıkartıp aklıma gelen cümleleri karalıyorum. Arada bir karaladığım cümleleri AJ'in masasına bırakırım. El yazımdan bana ait olduğunu anlıyordur umarım. Geçenlerde televizyonda bir edebiyat programına katılmıştı. İlhamın ona farklı şekillerde geldiğini söylemişti.

Ağzını gererek 'Çok başarılı kampanyağ' diyen reklamveren temsilcisinin ağzına bir tane yumruk geçirdiğimde acaba yumruğumda ruj izi çıkar mı diye düşünürken aklıma güzel bir cümle gelmişti halbuki. Unuttum. Öğle yemeğinde sipariş verdiği salatayı yerken de 'çok başarılı bir salatağ' cümlesini kurmuştu aynı karı. AJ'nin yaptığı bir espriye kahkahalarla gülerken de, baş parmağını kaldırıp AJ'yi 'alkışlarken' de 'çok başarılı bir espriğ' demişti. Oradan ayrılırken laf sokmak için 'çok başarılı bir görüşme oldu değil mi' diye sordum ama anlamadı bile neyi kastettiğimi. Ezbere yaşayan salak.
- Çok başarılı bir kariyeri var di mi bu kadının? Diye sordum çıkarken AJ'ye.
- Biliyor musun, bir şekilde başımıza kreatif direktör olmadığına her gün şükrediyorum. Diyor bana AJ.

'Bu akşam arabasızım' yazıyorum IM'lerimin status kısmına. Herkesin bayıldığı manken kızdan cevap geliyor:
- O halde benim yeni arabamın tadına bakman lazım.

Akşam programım belli oldu.

Dün ajansa dönerken, dikiz aynamda gördüğüm araba ile aklıma bir fikir geldi. Saatte 120 km hız ile giderken bir metre arkama kadar yaslanarak gitme cesaretini gösteren adama ödettim tüm masrafları. 'AJ sıkı tutun' dedikten sonra hafiften frene bastım. Salak duramadı ve... %100 suçlu.
- Pazartesi gel, bebeğini vereyim sana abi. Dedi kaportacı.

Herkesin bayıldığı manken kızın yeni arabası neymiş acaba. Merak ettim.

23 Nisan 2009 Perşembe

perşembe

Ajanstakiler bende daha çok 'laptop kullanan kadın fetişi' gözlendiğini söyleseler de, 'Perşembe fetişisti' olduğumu söyleyen çıksa herhalde 'harikasınız, size hayvan gibi gözlem yeteneği olan bir insan olduğunuzu söyleyebilir miyim' derdim.

Nedense Perşembeler beni Cumadan daha fazla heyecanlandırır. Tamam en çılgın geceleri Cuma akşamları yaşadığımı söyleyebilir bazı insanlar ama benim hayatı çılgın gecelere endeksleyerek yaşadığımı size söyleyecek kişi de beni hiç tanımıyor demektir.

Debi'ye selam veriyorum, odama geçiyorum ve Take Five'ı açıyorum. Nedense.
- Nasıl gidiyor Debi? Alıştın mı bu hayvanat bahçesine? Diye soruyorum.
- Afrika'dakiler daha güzeldi. Diye cevap veriyor.

Bir an durup 'bu kızda acaba harika bir espri yeteneği mi var' diye bakıyorum gözlerinin içine.
- Aa JC senin gözlerin yeşil mi? Diye soruyor.
- Ahhh hayır. Gözlerim yeşil falan değil. Devendra Banhart'tan I Feel Just Like A Child parçasını Mük'e armağan ediyorum. Sen de bana ne olup bittiğini anlatıyorsun. Diyorum.

Ah bu patronculuk oynayan taraflarımı çok seviyorum. Sanırım insanlar da seviyor ki, Debi bana büyük bir istekle geçen hafta olanı biteni anlatıyor.

- JC. Hızla uçmamız lazım. Diye bir ses geliyor kapıdan.
Bakıyorum. AJ.

Hayata çok hızlı adapte olabilme yeteneğimden olsa gerek, Debi'nin anlattıklarını dinliyormuş gibi yapıp hazırlanıyorum ve odayı terk ediyorum.
- Manyak mı bu Mük? Diye soruyor Debi arkamdan.
- I want my MTV, diye cevap veriyor Mük.

Meğersem AJ sunuma gidiyormuş. Yolda canı sıkılmasın diye beni çağırmış.
- Nereye gidiyoruz AJ? Diye soruyorum.
- HH HQ. Diye cevap veriyor.
- Sadece sen ve ben mi? Diye soruyorum.
- Elbette, diyor. 'Tıpkı eski günlerdeki gibi.'
- Özlemişim, diyerek sarılıyorum AJ'ye.

Resepsiyondaki kızlar tuhaf tuhaf bize bakıyorken asansör kapısı bizi almak üzere açılıyor. Bir bakıyorum, karşımda dokuzuncu kattaki kız:
- Gey olduğunu bilmiyordum. Diyor.
- Hızlı cümleler kuruyorsun. Tarzını sevdim. Diyorum. Sonra elini alıp, Don Juan pozuyla öpüyorum. Çapkın bir gülümseme kaplıyor kızın yüzünü.
AJ gülmeye başlıyor o sırada:
- Siz tanışıyor muydunuz? Diye soruyor ikimize de.
- (Yoo) Yoo, diyoruz ikimiz de aynı anda.

Bu hissi seviyorum. İnsanların birbirine iyi davranması veya iletişim kurması için tanışıyor olmasına ne gerek var?
- Senle ilk tanıştığımızda 'siz' diye hitap ettiğimi hatırlıyorum sana JC. Diyor AJ.
- Senin adın JC mi, diye soruyor dokuzuncu kattaki kız.
- Evet, diyorum. Çocuğun olursa adını JC koyar mıydın? Diye soruyorum.
- Babasının ismine bağlı, diyor.
- (AJ araya giriyor) Siz baya baya birbirinize kur yapıyorsunuz gibime geliyor bana. Diyor.
- (Gözlerim dokuzuncu kattaki kızdayken) Meybi, diyorum.
- (Kızın da gözleri bana kilitlenmiş vaziyetteyken) Ama tipim değilsin. Diyor.
- (AJ giriyor yine araya) Ovv. Fena oldu bu son replik. Silelim mi? Diye soruyor.
- (Gözlerim hâlâ kızın üzerindeyken) Kelimeler ok gibidir, düzeltiler de bok gibi. Diyorum.
- (Gözleri hâlâ üzerimde kızın) Ah işte bu çok kötü oldu. Bence bunu silelim. Diyor. Sonra ekliyor: 'Senin gözlerin yeşil mi?'

O sırada asansörün içinden kalın bir kadın sesi geliyor:
- Müsaade eder misiniz?

Zemin kata gelmişiz meğerse.

Asansörü boşaltıyoruz. Kızın adını halen öğrenmiş değilim.
- Çok ilham verici oldunuz. Diyor AJ bana.

Arabanın yanına bir geliyoruz ki, birisi benim güzelim Z3'üme çarpmış!

- Faaak! Diyorum.
- Kaskon var mıydı? Diye soruyor AJ.
- Gerek yok diye iptal ettirmiştim.
- Aha işte şimdi boku yedin.

22 Nisan 2009 Çarşamba

karaoke gecesinde

Bayram değil, seyran değil. Karaoke gecesine gitmek için hiçbir zaman bayram olmasına gerek yok zaten.

Ayrıca bu geceki ekibimiz baya bir güzeldi ve resmi olarak Mük'ü affetmiş bulunuyorum. Zira ne yaptı biliyor musunuz?
- Ben söyleyeceğim, diyerek bir anda masadan kalktı ve Michelle Branch'in Everywhere'ini öyle bir söyledi ki, ağzım açık kaldı!

Bu şarkıyı çok sevdiğimi nereden öğrendi, bu şarkıyı karaoke band'e nasıl çaldırdı ve nasıl bu kadar güzel söyledi! Kulaklarıma inanamadım. Çok şımarmasın diye fazla tepki vermedim ama...
'Cause you're everywhere to me
And when I close my eyes it's you I see
You're everything I know
that makes me believe
I'm not alone
I'm not alone
Bu kısmı söylerken bakışlarını bana dikip işaret parmağı ile beni göstererek söylemesine bittim. Michelle dinleseydi, o da şaşırırdı eminim. Çok iyiydi.

Açıklıyorum: Mükcüğümü resmen affetmiş bulunmaktayım.

20 Nisan 2009 Pazartesi

adınız aşk dedikodularına karışmış

Biterim bu lafa. Televizyon muhabirleri üretir böyle salak cümleleri. Onlara da çok kızmamak lazım aslında, eğitim seviyeleri ancak bu kadar cümle üretmeye izin veriyor. Aslında onlar da üretmiyor bu cümleleri. Oradan buradan apartıyorlar. Neyse, bu soruyu soran, kendisini 'gazeteci' sanan gerzeklere şunu sormak isterdim: 'Sadece adım mı karışmış?'

Paparazziler her daim olacak çünkü insanların sıçmaktan bile daha derinlerinde yer alan bir dürtüsünün üzerine inşa edilmiş bir model bu: Kendine güvensizlikten türetilmiş dedikodu hastalığı.

Hazır aklıma gelmişken, şu 'Peep hole' ve 'people' kelime oyunlarına dayanan gazete ilanlarımızın ne alemde olduğunu sorayım AJ'ye. Hikayesini anlatayım size.

Ajanslardan ve ajansların dışından (çok nadir olarak da müşteri tarafından) da bazen iyi fikirler çıkar. Bu duruma genelde kapısında 'kreatif grup' ya da 'yaratıcı grup' yazan odalar kıl olur çünkü bu insanlar bu yetilerin sadece kendilerinde olduklarını düşünmek isterler. Hani sarışınlara aptal muamelesi yapıp da, bir sarışın tarafından, hiç beklenmedik bir anda 'göt edilen' adamlar gibi rezil olduklarını düşünürler. Televizyoncuların ve medya çalışanlarının 'eğitimsizliği' gibi bir özellik de reklam piyasasındaki kreatiflerde vardır ve buna 'eziklik' adı verilir. Bunu pek dışarıda gösteremezler ama zayıf yanlarını sadece kocalarına gösterebilen kadınlar gibi ya da ne kadar güçsüz olduklarını sadece karılarının önünde sergileyen 'kalantordan' adamlar gibi bu adamlar da ajanslardaki kapalı kapılar ardında neredeyse her gün birbirlerine bu ezikliklerini gösterirler.

Ben nereden girdim bu konuya: Hah! Arada bir ben de kendimi bir kreatif grup elemanı gibi hissederek, güzel olduğunu zannettiğim fikirleri kağıda dökerim. Şu 'peep hole' ve 'people' meselesinde olduğu gibi. Aslına bakarsanız reklam harici şeyleri de kağıda döküyorum bazen. Elbette siz günümün her dakikasını göremediğiniz için yaptığım her şeyden haberdar olamıyorsunuz? Hiç mi aklınızdan geçmiyor 'bu adam ne zaman sevişiyor', 'bu adam ne zaman tuvalete gidiyor', 'bu adam ne zaman yemek yiyor' gibisinden düşünceler. Tabii ki her şeyi sizinle paylaşamam.

İşte insanların ürettiği akıl almaz dedikodular ile bezenmiş bir günde - ha evet, benim patrona her akşam gidip verdiğimin de öne sürüldüğü dedikodular serisi - insanların kapı deliklerinden (peep hole) bakmayı ne kadar çok sevdiği ile, sadece insanlara bakmayı (people) ne kadar çok gözden kaçırdığı üzerine dikilmiş bir düşünce idi sadece kafamdaki. Aslında bu benzetme iki taraf için de kullanılabilir. Porno kıvamına kaçacak derecede bir merak aşkı ile yanıp tutuşan insanlara hitap eden bir paparazzi gazetesi veya dergisi veya tv programı için 'we are the peep hole' cümlesi ile birlikte kullanılabileceği gibi, sadece insanların dıştan görünen hallerini işlediğini öne süren bir haber dergisi veya gazetesi tarafından da kullanılabilecek 'we look at the people, not the peep hole' cümlesiyle kullanılabilecek bir fikir -daha çok ses benzerliği, telaffuz benzerliği- bulduğumu sandım.
AJ'ye anlattım bunu. Güzel dedi ama halen üretime geçmiş değiliz. Bu gidişle bunun evrilmiş, çevrilmiş veya direkt olarak kullanılmış halini bir gün bir yerde görüp 'ulan biz bunu düşünmüştük' diyeceğiz. Hani lanetlenmiş her reklamcının, ödüllü işlere bakıp da sarf ettiği ve neredeyse hayatı boyunca 'günaydın' cümlesinden bile daha sık kullandığı cümleden bahsediyorum sevgili okurlarım.

Peki ben bu cümleyi hiç kurdum mu? Bir kere bile kurmadım.
Ha bu arada, bir dizi projem var. Onu da AJ'yle paylaştım, güzel dedi. Bizim Fransız prodüktör Beton, dizi yapımcılığına falan başlamış. SantiMetre'de bir akşam yemeği yerken, bu konu üzerinde konuşacağız. Ah, evet, reklamcılıktan çok sıkıldım ve hayatımda yapmak istediğim işler var.

19 Nisan 2009 Pazar

koşuşturmaca

Bu yüzyılın insanlara armağan ettiği his bu: Koşuşturmaca.

Güya teknoloji insan hayatını kolaylaştıracaktı. Hani nerede? Şimdi dünya ekonomisini döndürmek için daha fazla insana ihtiyaç var. Reklam piyasasını döndürmek için de daha fazla kişiye ihtiyaç var. Ajanslar kapasitelerini doldurdu fakat buna rağmen hala iş almaya devam ediyorlar. Aldıkları işleri, diğer küçük ajanslara paslıyorlar. Birileri çıkıp halen 'piyasada çok fazla ajans var' diyor. Ben de bilmiyorum bu kadar ajansa ihtiyaç var mı, yoksa gerçekten fazlasına mı ihtiyaç var. 'Reklam pastasını büyütmemiz lazım' diyorlar orada burada

Pasta kelimesini kullandıkları zaman illet oluyorum işte. 'Reklam pastası bu kadar ajansı kaldırmak için yeterli değil.' Şuna başka bir tabir bulsanız diyorum. Heey.

Hala reklam pazarında dönen parayı artıramadılar. Artırdıkları zaman da parayı beğenmediler. Ben kendimi bildim bileli 'reklam harcamaları bu yıl şu kadar milyar dolar olacak' diye abuk sabuk hedefler koyarlar piyasaya fakat bu hedefe nasıl ulaşılacağına dair hiçbir plan yoktur ortada. Halbuki kendilerini sıradan bir reklamveren yerine koysalar, reklam piyasasında dönen bunca monoloğa bakıp 'ne diyo lan bunlar' diyeceklerine dair bire bin bahse girerim. Bin de yetmez ise bire yüz binine de bahse girebilirim.

İyi reklam, kötü reklam kavgası verirken insanlar, reklam kendini aradan çekip gidiverdi; ellerinde sadece iyi ve kötü ile kaldılar. Boğuşsunlar dursunlar şimdi.

Pazartesi sendromuna hazırlıklı mıyım? Sonuna kadar!

betonite betonite betonite

- Bu işin arkasında çok büyük bir ar-ge çalışması yatıyor...

Diye lafın ortasından dalıyorum sohbete. Filme girer girmez en boktan sahne ile karşılaşmış olan film izleyicisi gibi suratımı ekşitip toplantı masasında bir yer bulmaya çalışıyorum kıçıma. Büyük Patron'un teknoloji firması müşterilerimizden birinin ajanstaki sunumuna beni neden çağırdığını sorgulamayı, çişim geldiğinde bırakmıştım zaten. Işıkları kısılmış odada kimin yanına oturduğumu fark edemememin savunması olarak yazıyorum bunu zira bacağımda dolanan eli hissedip de 'kim bu' diye döndüğümde AG sürtüğüyle karşılaşıyorum. Ufak bir çığlık atmışım ki, anlatan adam duruyor.

- Efendim?
- Yok bir şey siz devam edin. Dedikten sonra AG'nin elini tutup Miranda'nın bacaklarına fırlatıyorum ve yerimden kalkıp başka bir yere oturuyorum.

Kulağımın dibinde 'dostum' kelimesini duyduğum anda bu sefer de CJ kılıklısının yanına oturduğumu fark ederek bir çığlık daha atıyorum. Anlatan adam yine duruyor:
- Duyamadım?
- Yok bir şey, siz devam edin. Dedikten sonra oradan da kalkıp kendimi başka bir yere atıyorum.

O sırada aklıma Beton geliyor: Bizim Fransız prodüktör. Ah ne günlerdi, acaba şimdi nerelerdedir. Bunu sorup öğrenmek için yanımda kim var acaba diye dönüp baktığımda beyazlar içerisindeki Boyalı BB'ciğimi görüyorum. Hiç bozuntuya vermeden:
- Merhaba BB, diyorum fısıltıyla.
- (O doksanların Amerikan iş kadını modeli saçlarını savurup yüzünü bana doğru dönerek) Merhaba JC, diyor fısıltıyla.
- Kaybettiğim şeyi bulamadım bu fısıltı tonunda, diyorum yine fısıltıyla.
- Belki de kaybettiğini düşünen sensindir yalnızca, diyor yine fısıltıyla.

Hı? Bu ne? Şiir mi yazıyoruz? Demişim yüksek sesle:

- Bir şey mi oldu? Diye soruyor yine sunum yapan adam.
- Yok bir şey, siz devam edin. Diyorum.

Masadaki ufak kağıt parçalarından bir tanesini çekip 'Beton nerelerde? Çoktandır görmedim' yazıyorum bir kağıda ve karanlığın içinde Büyük Patron'u arıyorum. Patronu uyurken görünce kağıdı Madam De Le Patronaj'a doğru uzatıyorum. Çapkın gülümsemesi ile alıp okuyor ve yüz ifadesi değişiyor. Kağıda bir şeyler karalayıp bana geri gönderiyor:
- Ben de çok seksi olmuşsun bugün diyeceğini sanıyordum, yazıyor kağıtta.

'Seni gidi seni' gülümsemem ile bu soruyu kime soracağımı düşünürken AJ'nin bakışları ile karşılaşıyorum.
- Ne var? Diye soruyor 'mute' bir şekilde.
- Beton, diyorum 'mute' bir şekilde.
- Ee n'olmuş ona? Diye soruyor yine 'mute' bir şekilde.
- Nerde bu herif? Diye soruyorum yine 'mute' bir şekilde.
- Anlatırım. Diyor sesli bir şekilde.

Sunum yapan adam yine duruyor:
- Efendim? Diye soruyor.
- Yok bir şey, siz devam edin. Diyorum ben.

Herkes ar-ge yapıyor zaten! Araştırma- Geçiştirme çalışmaları bunlar. Türkçeleştirmeden başka ne yaptığınızı anlatın insanlara. Lütfen ona da ar-ge demeyin! Ya da ona ar-ge demeyin lütfen.

18 Nisan 2009 Cumartesi

hh kampanyası

Önemli bir gün. HH kampanyası, AJ'nin uğraşması ile hayata geçiyor. Ben sadece laf ebeliği yapıyorum. Mazeretim vardı ama; hastanelerde süründüm, evde istirahat sürgününe gönderildim, asistanım tarafından sırtımdan bıçaklandım, hayatın zorluklarını sonuna kadar yaşadım. Üstüne üstlük, altına altlık BB'ciğimle aramızdaki samimiyeti de kaybettim. (Size söyledim mi, geçtiğimiz günlerde gazeteye ilan verdim 'BB ile samimiyetimi kaybettim, hükümsüzdür' diye. Gazete küpürünü de faksla gönderdim BB'nin şeker asistanına.)
- Bunu kutlayalım. Diyor AJ, Madam De Le Patronaj, sidik içen çocuk ve Mük.

Ayson'un yerine götürüyorum çocukları. Nedense bir 'baba' edasına bürünüyorum. Koskoca adam ve kadınlara baba rolü oynamaktan utanmıyorum tabii. Ufacık çocuklarla uğraşayım dediğimde hep yüzüme gözüme bulaştırıyorum. Hangi şeyleri bildiklerini, hangi şeyleri bilmemeleri gerektiğini unutuyorum ve genellikle kötü tepkiler alıyorum. Çocuklara karşı daha relax olabilmesi lazım insanların ama nerdee.

Boğaza güzel bir yerden bakan Ayson'un mekanı bizim (AJ ve ben) sevdiğimiz yerlerden biridir. Menüde sadece meyve çeşitleri vardır. Ayson da eski reklamcılardan bir çatlaktır. Gittiğimizde 'gizli trendy' mekanının önünü süpürürken buluyoruz. Kızlar Ayson'u tanımadığı için normal karşılıyor ama Sabancı kulelerinin önünde Güler Sabancı'yı elinde süpürge ile ortalığı temizlerken bulmanız gibi bir şey bu.
- Napıyorsun Ayson? Diye selamlıyorum onu.
- Sen buraların yolunu bilir miydin? Diye selamımı alıp, süpürgeye devam ediyor Ayson.

Buraların yolunu bilir miydin sorusu ile kapıdan içeri girmekte olan kişiye 'geldin mi' diye sormak ve aldatan eşe 'zevk aldın mı bari' diye sormak benim için aynı şeyler: Gereksiz sorular yığını. Merak etmeyin, zaten Ayson da müştem'di.

Gazete boyutlarında hazırlanmış menülerimize bakarken 'internetten karı alıyonuz da niye alışveriş yapmıyonuz' sorusunun varyasyonlarını deniyoruz. Bir yandan da çocuklara Ayson'la geçirdiğimiz eski günleri anlatırken buluyorum kendimi. 'Acaba' diyorum 'bu iş için çok mu yaşlandım?'

Sidik içen çocuk elma ve mango tabağı istiyor, Mük ananas tabağında karar kılıyor, Madam De Le Patronaj çilek ve kiraz tabağını tercih ediyor, AJ ile ben de kavun karpuz istediğimize karar veriyoruz.

Meyveler de, mevsimler de, insanlar da şaşırmışken reklamcılık yapmak gerçekten zor. Veya çok kolay. Henüz karar veremiyorum.

17 Nisan 2009 Cuma

'bende yazmak istiyorum' sendromu

Herkes bir şeyleri yazmak istiyor. Reklam senaryoları (kastedilen genellikle sadece televizyon reklamı senaryosu yazmaktır, tüm gün oturup reklam filmi yazmaya çalışıldığı düşünülür nedense), dizi yazmak (şiir yazmak kadar yaygın görülen bir hastalıktır), şiir yazmak (duvara sprey boya ile 'çarşı kendine karşı' yazmaktan bile daha kolaydır!), gazetelerde köşe yazarlığı (en yaygın görülen hastalıklardan bir diğeri), dergi yazarlığı (dergide geçtiği zannedilen dizilerle birlikte yayılan bir hastalık) vödö vidö vede bido...

Bu cümleleri dinlemek zorunda kalanlar, daha çok yazarlardır. AJ'ye ne zaman 'mesleğiniz nedir' diye sorsalar, aldıkları cevaptan sonra sohbeti ilk olarak 'ayy ne güzeel, bende yazmak istiyorum' kıvamına getirirler. Şimdi ilk olarak şuradan başlayalım sevgili 'yazmak isteyenler': ilk öğrenmeniz gereken şey 'BENDE YAZMAK İSTİYORUM' DİYE YAZILMADIĞIDIR, 'BEN DE YAZMAK' İSTİYORUM ŞEKLİNDE YAZILIR! TAMAM MI, KİTAP OKUDUĞU BİLE ŞÜPHELİ İNSAN GÜRUHU?

Yazmak, sex gibidir. Onu sadece istediğini belirtmekle olmaz. Söylemeden direkt olarak yapmaya başlaman gerekir. Elbette bodoslama bir vaziyette karalamaya başlayıp, hiçbir şekilde üzerinde geliştirme yapmazsan ömrünün sonuna kadar diğerlerinin çektiği 'filmlere' bakıp 'eee ne var ki bunda?' diye kendine sorar durursun. Sorgulamak güzeldir ama soruşturma sonrası eline geçen bulguları da değerlendirmen gerekir.
Sadece bu da yetmez, devamlı antrenman yapman gerekir. Hem de götünden ter akana kadar. Aksi taktirde ömrünün sonuna kadar başkalarının yazdıklarını 'izleyip' (buraya dikkat; 'okuyup' demiyorum!) durursun.

Tüm bunları az önce ajansa ziyarete gelen müşterilerle muhabbet ederken tekrar hatırladım, düşündüm ve yazdım. Yeni kurumsal iletişim sorumlularını tanıştırmaya gelmişler bize. Bilin bakalım yeni kurumsal iletişim sorumlusu hatun AJ ile tanıştıktan sonra ilk olarak ne dedi?

Evet, ondan. Hem de bitişik.

16 Nisan 2009 Perşembe

şu meseleye bir açıklık getirelim

Önemli bir ödül gecesi sandığım zımbırtının boktan bir organizasyonun ödülü olduğunu öğrenince gitmekten vazgeçtim. Bu ödül manyağı insanlar için hiçbir ödül gecesinin nasıl olduğu fark etmiyor tabii ki. Halbuki klasıma yakıştıramadığım ödül törenlerinden zevk almıyorum. Hoşuma giden ödül törenlerini bir düşüneyim, o sırada siz diğer paragraftaki düşüncelerimi yakalayın bakalım.

Ajanstan çıktıktan sonra kendimi Starbucks'a atmaya karar veriyorum. Mük, çaktırmadan beni takip ettiğini zannediyor ama vitrin camlarındaki yansımalardan insanlara bakmayı çok sevdiğimi ve bu sayede varlığını fark edeceğimi hiç düşünmüyor. Görmezden gelerek Starbucks'a doğru ilerliyorum.

- Merhaba JC. Diyor kasadaki kız. 'Ne alırsın?'
- Bana bir mocha, arkamdan gelecek kişiye de bir adet mok. Diyorum.

Mük ile gözgöze gelmemiz de o sırada oluyor. Kafamı başka yere çevirip içerideki insanlara bakıyorum. 'Issız adam' rollerinde bir iki hergele ilişiyor gözüme. Bu heriflerin dikkatinden kaçırdıkları kısım ıssız adamların her yerde ıssız oldukları kısmı fakat bu hergeleler kendilerine bu havayı vermeye bayıldığı gibi tuvalete bile erkek arkadaşları olmadan gidemeyen 'tipler' oluyor nedense. Issız adamlara bok atan kızlar da aslında bu heriflere bayıldıkları için küfrediyorlar. Kısacası bir 'körler sağırlar, ancak birbirine dayar' durumundan bahsediyoruz sevgili okurlarım. Beni güldüren kısım da, üzerine işediğin şeyden kopamamak ve fakat her fırsatta ona lanet okuma kısmı! Ülkenin televizyon izleyici kitlesinin davranış kalıpları ile birebir örtüşüyor yani. Neyse.
Aynı herif 'ibne adam' diye bir film çekerse, emin olun tüm bu tipler yanlarındaki erkeklere bilinçaltlarında aşık olduklarını düşünüp 'toplu ibne olma eylemleri' falan yapacaklar.

Söylemeyi unuttum, değil mi? Acıyarak güldüm, şu anda Mük'üme bakmakta olan bu hergelelere.

Mük'ün gözleri hâlâ üzerimde. Karşımdaki masaya geçiyor ve oradan bana bakıyor. En şirin yüz ifadesini takınarak tabii ki. Cebimden at yarışı ekini çıkartıp, bunun cebime nasıl girdiğini düşünürken bir yandan da bu at yarışının ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorum. Arkamdaki iki 'ıssız' hergeleden birinin, diğerine kurduğu cümleyi duyuyorum:
- Hatuna bak, resmen iş atıyo.

Mük bunu duymuyor tabii ki. Yerinden kalkıp yanıma geliyor:
- JC, şu meseleye bir açıklık getirelim.

Beş dakikalık bir konuşma yapıyoruz aramızda. Mük'ün bu 'yalaka' hallerinin bana çok yapmacık geldiğinden şikayetçi oluyorum. Halledeceğini söylüyor. AG'nin fuck buddy'si olmadığımı söylüyorum. Manyak mısın inanacağımı mı sandın diye soruyor. CJ kılıklısını odanın çevresinde görmek istemediğimi söylüyorum. Bundan sonra ofiste en azından terlikle gezeceğini söylüyor. Şu anda Boney M'den Belfast'ın çalmasını istediğimi söylüyorum. Play'e basarım diyor. Bana bir kedi almasını istiyorum. Ev arkadaşının kedisinin yeni yavruladığını ve o şekerciklerden bir tanesini bana getirebileceğini söylüyor. Ne zamandan beri ev arkadaşına sahip olduğunu soruyorum. Ben bok gibi para alırken, ona tuvalet kağıdı kadar maaş düştüğü için en başından beri bir ev arkadaşı olduğunu söylüyor. Bu sidik yarışını burada keselim mi artık diye soruyorum. Zaten arkamdaki hergeleler birkaç dakika daha bakacak olursa kendisinin kalkıp bu güzel sohbeti böleceğini söylüyor. Harika bir fikir diyorum.

Kalkıyoruz.

Bu arada şu paragrafa gelene kadar düşündüm de; ödül aldığımız ödül gecelerinden bile zevk almıyorum. En kötü reklamların ödüllendirildiği bir ödül gecesi düzenleyen olursa büyük bir zevkle katılacağımı belirtmek istiyorum. Hem yarışmacı olarak, hem de izleyici olarak. Fakat, daha önce dediğim gibi, kategorizasyonu lütfen semtlere göre yapın. Malzeme çok fazla. Altından kalkamazsınız yoksa.

Haydi şimdi karaoke gecesine: Money For Nothing söylemeyi deneyeceğim. Madam De Le Patronaj geçen sefer rujla peçeteye yazıp istekte bulunmuştu.

15 Nisan 2009 Çarşamba

boyalı BB operasyonu

İnsanların bana uzun süre küs kalmasına dayanamıyorum. Neden herkesin barış içinde yaşaması varken surat asmalar, küskünlükler, dargınlıklar olsun ki bu hayatta?

AG sürtüğünden ve CJ kılıklısından bahsetmedikçe bu sözlere ben de katılıyorum. Bu iki yaratığa neden ısınamadığıma dair kafamı yormak istiyorum ama hayatta yapacak daha güzel şeyler var. Mesela Boyalı BB'ciğimin gönlünü almak. Mesela Mük'le birlikte şu deneysel kulübe tekrar gitmek. Mesela bir kafede oturup insanları izlemek. Mesela bir sete giderek oradaki aptal monologlara kulak vermek. Altını çiziyorum: Monolog.

Boyalı BB'ciğimin şeker asistanını görmek ve BB'nin nerelerde olduğunu öğrenmek üzere IK departmanımıza gidiyorum. Bu 'departman' lafına da bitiyorum! Altı üstü bir IK uzmanı ve onun asistanından oluşan masaya 'departman' demek, bana uçak tuvaletine 'hamam' demek gibi geliyor. Ya da bir tane yazar parçasından oluşan masadan 'kreatif grup' diye bahsetmek gibi geliyor. Anlatabiliyor muyum? Büyütmenin, parlatmanın manası yok. Kimse 'vay departmanları varmış' demiyor.
Ama tabii ki bu konumuz şu anda sesli bir şekilde dile getirilmiyor zira Boyalı BB'mizin şeker asistanı telefonda konuşuyor.
- Evet canım, ben de öyle dedim zaten. Hı hıı. Hı hıı. Tabii. Halbuki bunu anlaması lazım. Hı hııı. Hı hııı.

Hiç anlamadığım telefon konuşmalarına kulak vererek karşı taraftakinin ne söylediğini tahmin etmeye çalışmak çok hoşuma gidiyor. Fakat şu anda bu oyunu oynayamayacak kadar meşgulum. Boyalı BB operasyonumu tamamlamam gerekiyor.

Telefonda konuşan birisine bir şey sorup, o cümleyi algılamasını beklemek çok zordur. Ama ben şansımı deniyorum:
- BB nerede?
- (Fısıltıyla) Kuaförde. Diyor.
- Ne işi var ki kuaförde? Diye soruyorum.
- (Yine fısıltıyla) Akşama ödül töreni var. Diyor.

Bu akşam ödül töreni var ve ben bu eğlenceyi kaçırıyorum, öyle mi? Hemen el, telefon, numara çevirme ve Mük dörtgenini kuruyorum:
- Mük!
- Buyrun ben dünyanın en tatlı adamı JC'nin asistanı Mükemmel.
- Bu akşam ödül töreni varmış! Haberim var mıydı benim?
- Dünyanın en tatlı erkeği JC'ye hiç ödül töreninde yer olmaz mıymış?
- Olmaz mıymış?
- Dünyanın en tatlı erkeği, dünyanın en seksi kızları ile birlikte en önden ödül törenine katılıyor.
- Farkındaysan yalakalıkların hiç işe yaramıyor.
- Hiç önemli değil, ben dünyanın en tatl...

Suratına kapatıyorum telefonu.
Koluma biri dokunuyor.
- Sen BB'nin evli olduğunu bilmiyor muydun JC? Diye soruyor BB'nin şeker asistanı tatlı tatlı gülümseyerek.
- BB benim bekar olduğumu biliyor muydu ki? Diye rezil, rüsva, aptal, moronik, idiyotik, psikolastik bir cevap veriyorum ve ben bile utanıyorum.

Kızı sırıtırken orada bırakıp odadan çıkıyorum.

- AJ, oğlum akşama eğlence var. Diyorum kapıdan AJ'ye. İçeride toplantı halinde olduğunu nereden bilebilirdim.

Büyük Patron'un odasına gitmeye karar veriyorum. Madam De Le Patronaj'a öpücüğümü gönderip odaya dalıyorum:
- (Gözlerimi kapatarak içeriye girerken) Patron içeride yine şu terzin varsa çok güleceğim haaa. Diye bağırıyorum.
Gözümü açtığımda içeride geçenlerde Ron Jeremy'ye benzettiğim adam, Deniz Kızı Kerastes ve onun hemen yanında dumanlı kadrajı ile popo görünümlü gözlük çerçeveli Andy müsveddesini görüyorum. Hepsi şaşkın şaşkın bana bakıyor. Harika!
Andy'e zaten kıl oluyorum. Deniz Kızı Kerastes'in hangi dilde konuşursan konuş, yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle bana bakmasını ve Ron Jeremy'nin boşalma öncesi ifadesini takınarak 'bu toplantıyı bölen bir şey daha olursa buradan çekip gidiyorum' bakışlarını görmesem, gülecek-eğlenecek bir şey bulamamanın üzüntüsünü yaşayacaktım.

Harika! Bugün elimi nereye atsam rezil ediyorum.
Acaba gidip AG sürtüğünün poposuna mı koysam ellerimi? CJ kılıklısının suratına da koyabilirim.

Manyak mısız? Tabii ki aklımı o kadar yitirmedim!

14 Nisan 2009 Salı

aloe vera meselesi

'I Kissed a Girl' şarkısını mırıldanarak ajansa giriyorum. Girer girmez Boyalı BB ile karşılaşacağımı bilsem, ajansa yangın merdiveninden girmeyi denerdim. Soğuk bir şekilde selam veriyor bana. En azından 'selam veriyor'. Üste çıkmaya çalışırmış gibi:
- Pişman olacaksın BB, diyorum arkasından. Kovboy edasıyla.

Tekrar önüme dönüp ilerleyecekken... Karşımda sırıtan bir kemik gözlük görüyorum. CJ kılıklısı.
- Ne var? Diyorum.
- Dostum. Dediği anda bir başka söz etmesini engellemek için 'syktyr CJ' diyerek yoluma devam ediyorum.
- Aloe Vera'yı almışsın AD olarak, diyor pis pis sırıtarak.
- En azından 'almışım', senin gibi BJ'i 'vermemişim', öyle değil mi? Diyerek laf sokmaya çalışıyorum. Ama bu hergelenin kapasitesi geniş olduğu için amazon ormanlarındaki tüm ağaçları sokmanız da yetmez ona. Bu herif her lafı, her cismi, her unsuru yutar.

Pislik peşime yapışıyor ve beni odama kadar takip ediyor.
- Aloe'yle eskiden çalışmıştık, diyor. Sanki eski 'parlak' günlerini dramatize ederek anlatan bir kreatif direktör gibi.
- Harika şimdi syktyr olup gider misin CJ. Klonlaman gereken işler yok mu senin? Diyerek masadan aldığım herhangi bir Lürzer'i kafasına doğru atıyorum.
- (İplemiyor bile, fiziksel şiddet göstermeme az kaldı) Çok iyi kızdır. Harika bir sanat yönetmenidir.
- CJ! Sykymde bile değil görüşlerin ve birazdan polis çağıracağım.
- (Hâlâ iplemeden devam ediyor) Bir zamanlar onunla çıkmıştık hattâ. Diyor.

Ah-haa! Neden bu kadar cümleyi zahmet olarak görmeden bir araya getirdiği belli oldu. Mağara adamının vermeye çalıştığı mesaj şu: 'Bakın, mağarama et getirebildiğim günler olmuştu benim. Eski ışıltılı sandığım günlerde yaşayan bir zırtopozum ben!'

Bir yandan güvenliği arayarak, odanın içinde fırlatacak bir şeyler arıyorum. Mük'ün sağa sola fırlattığı ayakkabılar haricinde bir şey görünmüyor etrafta fakat onları da atamam. Seni kovalayan maymundan kurtulmak için ona muz atmak gibi bir şey olur bu. Ya da peşindeki tecavüzcüden kurtulmak için striptiz yapmaya benzer.

- Güvenlik mi? Lütfen buraya gelip şu kel ve kemik gözlüklü ibneyi buradan atabilir misiniz? Ambulans mı? Evet gerekebilir çünkü birazdan kendisinde çok büyük darp izleri olacak. Darphaneye çevireceğim bu herifi. Çabuk gelin!

New York Advertising kitabı ilişiyor gözüme. Atmaya kıyabilir miyim? Elbette! Bu estetik düşmanı, toplumun hasta kenarı tipten kurtulmak için her şey!

Güvenlik gelene kadar defoluyor neyse ki. Hemen elim telefona kayıyor:
- AG?
- JC misiniz?
- Evet! Bak sana ne diyeceğim. Şu çok sevdiğin arkadaşın CJ kılıklısı var ya.
- Evet?
- Ona bir BJ çek! Parası neyse ben vericem!
- Uff JC. Bana sen lazımsın. N'apayım onun hormonsuz bamyasını?
- Senden sonra ölmeyi umut ediyorum AG!

Gerçekten de bu insanlardan sonra ölmeyi arzu ediyorum. Savunmasız bedenimin, bunların olduğu dünyada cenaze olarak kalmasını istemiyorum. Pis nekrofililer!

- Hepiniz nekrofilisiniz, diye bağırıyorum odadan dışarıya doğru.

Debi kafasını uzatıyor:
- Neyi getirir misiniz dedin JC?

O sırada üzerinde 'güvenlik' yazan herifler giriyor içeriye.

13 Nisan 2009 Pazartesi

mük

Sonunda Mük'e ulaştım. Ajans içerisinde, bizimkinin 'eski fıstığı'na ulaşmak için bir kıza taviz vermem gerekti ama sonunda başardım. Muhasebe departmanında çalışıyormuş. Bir muhasebe departmanının gördüğü/göreceği/görebileceği en seksi kız olmasına rağmen benim hem iş hem de sosyal hayatımı (aslında bir farkı yok ya, neyse) bitiren kız olduğu için ona karşı çok sinirliyim.

Mük'ün oturduğu evin adresini kızdan aldığım gibi direkt olarak çiçekçiye koşuyorum. Dünyanın gördüğü/göreceği/görebileceği en küçük çiçeği aldıktan sonra aldığım adresin yolunu tutuyorum. Kapıyı tıklatıyorum ve içeriden neşeli bir 'kim o' sesi geliyor ve kapı açılıyor: Karşımda dünyanın en neşeli Mük'ünü görüyorum.

- (Bozuk bir sesle) Mük, ben seni hiç bu kadar neşeli görmemiştim. Diyerek elimdeki minicik çiçeği ona verip sırtımı dönüp uzaklaşıyorum.

- Dur! Diyor arkamdan.
Üzerine nevresim takımından apartılmış gibi görünen bir uzun bornoz veya gecelik (her ne halt ise) giyerek peşimden geliyor.

- Sana gerçekten küstüğümü mü düşündün JC? Diyor.
- Elbette, diye öyle bir bağırıyorum ki elleriyle ağzımı kapatıp beni susturmaya çalışıyor.
- Biraz kafa dinlemek için bahane bulmam lazımdı ama. Diyor.

Tabii ki buna şaşırmıyorum, şaşıramıyorum çünkü ben şaşırma yeteneğini çoktan kaybetmiş bir nefer oluyorum. Aklımdan binlerce düşünce geçerken (mesela 'eski fıstığını' benim evime gönderip, bana bir güzel içirtip, beni sarhoş edip, benimle birlikte olmasını sağlamasından başlayarak derin düşüncelere dalıyorum) bizimkisi apartman boşluğunda bana bir şeyler anlatıp duruyor. Bakışlarım onun üzerinde ama aklım orada değil. Vücudum apartman boşluğunda ama ruhum orada değil. Ruhum dünya üzerinde bir yerde ama bu galakside değil...

- İyi oynadım ama değil mi? Diye sorduğu anda dünyaya geri dönüyorum.
- Zevk aldın mı diye sormuştun ya hani bana. Diyorum.
- (Hiçbir şey söylemeden gözlerini yüzümde dolandırıyor birazcık ve) Sonuna kadar zevk aldığını biliyorum. Süperdir o. Diyor.

Diyeceğim şeyden vazgeçip 'ben ajansa dönüyorum' diyorum:
- Boyalı BB'ye bu durumu iletip seni Müştem'lerin odasında sürgüne gönderme cezası vereceğimi de belirtmiş olayım. Diyorum.

Sonra hatırlıyorum ki, Boyalı BB benden çoook uzakta ve şu anda 'soğuk' ve de 'profesyonel' bir ilişki içerisindeyiz, yani 'ilişkisiz', 'ilişiksiz'.

Sevgili okurlarım. İşte bu dünyanın hali böyledir. Siz baş ağrınızı geçirmek için ne yapacağınızı düşünürken, yanınızdan geçen birisinin en büyük derdi çişini yapacak minik ve temiz bir pisuar bulamamaktır. Bu durumda benim beynimde bir tümör varken, en yakınımdaki insanların derdi sakız çiğnerken ağzından ses çıkartan ve hayatında bir daha hiç görmeyeceği bir insandır.

Mük geri geldiğine göre. Kaldığımız yerden oyuna girebiliriz.

12 Nisan 2009 Pazar

kadın kaybetmeye devam eden

Mük beni terk edip gittiği için birkaç gündür bok içindeyim. Ne zaman arasam sadece beş saniye konuşuyor ve sonra telefon kapanıyor. Evinin nerede olduğunu bilmediğim için de gidemedim. Kayıtlara bakmak mı? Daha geçen aylarda taşınmıştı, yeni adresini vermemiş. Şu eski kız arkadaşına ulaşmak? Ajansta çalışan kızlardan biriydi ama hangi bölümde olduğunu aramak bile istemiyorum. Lanet olsun, çok sıkışık durumdayım.
Debi oradan suratıma bakıyor. Takım bir an önce aksiyona geçmek istiyor ama ben kendimi toparlayamıyorum. Topu AJ'ye atıyorum.
- Tut oğlum. Bu işi sen halledersin!

Ha bu arada, Aloe Vera'yı AD'miz olması konusunda ikna ettiğimi de belirtmeliyim. Elbette ahlaksız teklifler yapmak zorunda kalmadım ama Büyük Patron'la konuşup Boyalı BB'lerin önerdiği fiyatın biraz daha üzerine çıkmalarını sağladım. Boyalı BB'yi zaten kaybetmiştim geçenlerde, şimdi bir daha kaybettim galiba.

Mük'ü telefonla arıyorum.

Okuyucuya uyarı: Birazdan okuyacağınız cümleyi beş saniye içinde söylemek için dün gece ayna karşısında tam bir saat çalışmıştım.

- Mük, ofisin halıları o çıplak ayaklarını, ben senin o vanilyalı parfümünü, güzel sandalyen de o harika kıçını özledi. Lütfen ofisine dön! Dönmeyeceksen benimle bir yerde buluş, mümkünse koordinatları iPhone'dan at! Sensiz bir bok değilim ben. Bizi ayırmaya çalışıyor bu Vegas reklamcıları!

Facebook'ta status mesajı birkaç dakika sonra şu şekilde değişiyor: 'Vanilyalı dondurma çekti canım bir anda!'

Bu kötü bir şey mi? Manyak mısınız, harika bir şey! Demek ki normale döndü. Belki de kaybettiklerimi tekrar kazanabilirim.

9 Nisan 2009 Perşembe

kadınları kaybeden

Dün akşam Aloe'yi alıp dışarıda bir yerlere gittim. Boyalı BB'nin olduğu bir ajansta Aloe'ye başıma gelenleri anlatıp, bir de ona 'lütfen bana yardım et Aloeee' diye yalvaramazdım. Evet, ne olmuş! Haydi yalvarmak demeyelim, 'ikna etmek' olsun bunun adı.

Daha da kötüsü: Aloe'ye bu manyaklar ve işe yaramaz insanlarla dolu olan ajansta bana yardım ederek ne kadar büyük bir sosyal sorumluluk kampanyası yapmış olacağını anlattığım sırada 'Joanne!' diye durarak bir şok yaşadım! OMG, Joanne de duydu ise bu sefer hiç şansım yok! Aloe, hangi konudan bahsettiğimi anlamadan:
- Çoktandır Joanne'le görmedim sizi. Demez mi?

Dedi.

Mük'ü kaybettim, Joanne'i de muhtemelen kaybetmişimdir. Karşımda kaçtığı reklamcılığa dönmesi için uğraştığım Aloe var ve ben uzun zamandır ilk defa hangi işe önce dalmam gerektiğine dair kararsızlık ötesi bir 'rezalet' yaşamaktayım. [Hani hiç bestesi olmayan bir müzisyen gibi, bir dövüşü bile kazanamamış boksör gibi, bakire bir porno yıldızı gibi, hayatında bir tane bile iş bitirememiş bir 'işbitirici' gibi.]

- Neyin var JC? Diye soruyor bana Aloe. Uzun süre cevap veremeden durduğum için 'Ayrıca bu sessizlik de beni ürkütüyor' diye ekliyor.

Pes ediyorum ve her şeyi açıklıyorum:
- Son on yıl içerisinde bu kadar boktan bir duruma düştüğümü hatırlamıyorum Aloe. Diyorum. Evet, dedim sanırım bunu. Büyük zarar aldığımı kabul ediyorum. Fakat şimdiye kadar AG sürtüğünün verdiği cinsel, CJ kılıklısının sadece tipi ile verdiği manevi, muhteşem kulaklıklarımın yüksek ses düzeyiyle verdiği işitsel zararlara rağmen ayakta kalıp, her koşul altında bir gün sonrasına ulaşmayı başarmış olan ben: Bir sonraki günümü göremiyorum!

Olayları özetlemem bir Mocha sürüyor. [Mocha yaramak başka bir şey, 'bir Mocha sürmek' başka bir şey. Karıştırmayın.] Anlattıklarımı yan masadan dinleyen 50'li yaşlarındaki kadının yüzünde bir şok ifadesi oluşuyor ['kızlar/kadınlar ne hale gelmiş böyle. Bu nasıl bir toplum' gibisinden bir sürü cümle uçuşmuştur kafasında. Ben de olayları nasıl 'içten' anlattıysam artık.] Ama Aloe'nin yüz ifadesini trajediye çevirmeden beni dinlemesi, kendisine bir defa daha hayran olmamı sağladı.
- N'olmuş yani. Diyor Aloe. 'Joanne akıllı bir kız ve senin anlattıklarını dinleyecektir. Mük de emin ol ki seni çok seviyor. Sen de onu ne kadar çok sevdiğini ona anlatırsan ve kontrolün dışında olan şeylerden dolayı sorumlu tutulduğunu hatırlatırsan, bence anlayış gösterecektir.'
- Bu kadar basit mi yani? [Ah bayılıyorum filme sonradan girip karmakarışık sahneleri küt diye çözebilen insanlara.]
- Elbette JC'ciğim. Kıskanmaması gereken birisini kıskanarak kendisini yıprattığını da söyle Mük'e. O kızı da hiç gözüm tutmamıştı zaten.

Ah bu son cümlesi beni bitirdi. Gülümseyip ufak bir çocukmuş gibi yanağını sıktım! Biliyorum, çok ukala bir adamım.

Hemen Mük'ü arıyorum.
- Mük, diyorum ama o beni dinlemiyor bile.
- Şu anda kız arkadaşımlayım, konuşamam. Onu da becermeni istemiyorum!
- Becermek çok kaba bir laf. Dediğim sırada telefon kapanıyor. Yanımızda oturan kadınla gözgöze geliyorum. Dehşet dolu bakışları ile bana bakıyor.

- Becerilen bendim bir kere, o değil! Diyorum.

Kadın hızla masadan kaçıp gidiyor.

Bu insanların nesi var?

8 Nisan 2009 Çarşamba

Size de olur mu, hani karşınıza biri geçer oturur ve size 'ben bu herifi bir yerden tanıyorum ama nereden' bakışları ile bakar ve siz de aynısını o kişiye yaparken bulursunuz kendinizi. Benim başıma o kadar sık gelir ki artık dünyada tanışmadığım insan kalmadığı hissine kapılıyorum bazen.

Neyse benim konum bu değildi. 

HH ile oturup internet üzerinden alışveriş sitesi projesini geliştirip (görüşmeler daha çok bizim yaptıklarımızı onaylama şeklinde ilerlediğinden, bu yapılanlara geliştirme dediğim için benimle övünmeniz gerekiyor aslında) üzerinde uzlaşıp akşama kadar tüm işi bitiriyoruz. Bundan sonrası uygulamacılara kalıyor ve benim işim burada da bitmiyor. İşin asıl zor kısmı zaten bu uygulamacılara bir şeyi 'uygulatmak'.

Tito'nun bir lafı vardı 'herkesin yapmayı hayal ettiği yönetmenlik mesleği, -yılların oyuncusu bile olsa- motooor diye bağırdığında karşındaki oyuncuların aptallaştığını izlediğin bir meslek.' Beğenmiştim bu tanımlamayı. 
İşbitiricilik de, uygulama aşamasına gelindiğinde 'imkansızları yaparım' diye ortalıkta gezinen insanların en basit cümleyi bile yazamadığını görüp de delirdiğin bir meslek haline geliyor. Ben deliriyor muyum? Hayır. 

- Mük, kahvem sütlü olsun bu sefer. Diye bağırıyorum içeriye doğru.

Hayatımda ofiste Türk kahvesi içtiğimi hatırlamıyorum ama bir anda böyle bir cümle kurasım geldi işte. Mük'e bakıyorum ve acı gerçekle karşılaşıyorum: Mük yerinde yok.

Benim şu anda herhangi bir işle uğraşmadan Mük'ü geri dönmeye ikna etmem lazım. Haydi ben kaçtım.

Kapıda Aloe Vera ile karşılaştığım sırada hayatımın altüst olduğunu daha iyi anlayıp Aloe'ye sarılarak ağlamaya başlıyorum. Aloe tüm sevecenliği ile beni teselli ediyor.

7 Nisan 2009 Salı

hey gidi günler

Bundan dört beş yıl önce, bu şehrin bir yerinde, bir müşteri, bir reklam ajansına gidip 'bize şunun aynısı yapın' dedikten sonra masanın üstüne o reklamları koymuştu. 

Demiştim size, dedikodunuz ne kadar çabuk yayılırsa, o kadar çabuk unutulur. Arkasından ittiren siz olun, başkası olmasın.

Saatlerce süren sohbetlerin üzerine, karşısındaki reklamcılara saatlerce reklamın nimetlerini anlatan adam yerinden hafifçe doğrulur ve onlara birazdan hayatın anlamını kısık bir sesle açıklayacakmış gibi yanına yaklaşmaları için işaret eder:

- İkinci hep birinciyi önüne alır. Birincinin arkasında olur. Arkada kalan kişi ne yapar biliyorsunuz: Birinciyi s.k.r. Heh he.

Sohbet bu cümle ile biter, insanlar birbirini tebrik eder, 'çok büyüyeceğiz' diye ant içilir ve herkes gelecekten ümitli bir şekilde oradan ayrılır. 

Aynı kafa ile futbolda neden ileri gidilmediğine dair konular konuşulur, neden marka çıkmıyor buralardan diye dertlenip tartışmalar yapılır ve ardından fuarlar düzenlenir.

Farkında olmadan kafasızlığıyla marka oluvermiştir halbuki.

6 Nisan 2009 Pazartesi

pazartesi

Sadece bu Pazartesi değil, herhangi bir Pazartesi günü bile olmasını istemediğim şey oluyor. Mük bana küsüyor:
- İkinizin savunması da birbirinden iğrenç! Defolun!

İkiniz diye kastettiği; Mük'ün 'eski fıstığı' ve ben. Mük'ün eski fıstığı demiş ki 'önemli bir ilişki değildi, sadece denemeydi'. Ben de şimdi diyorum ki 'Mük, yemin ederim evime girdiğinden bile haberdar değildim.'

Neyden mi bahsediyorum? Kullanılmaktan sevgili okurlarım. Kullanılmaktan! Bir dayk tarafından 'acaba değil miyim' şüphesini deney tüpüne yerleştirip, sokacak yer bulamayınca benim bir taraflarıma sokarak deneme yapmasının esiriyim. Ağır uykumun suçlusuyum. Rüya ile gerçek hayatı karıştırmanın serserisiyim.

- Zevk aldın mı bari?

Bu soruyu neden sorarlar? 
- Ayrıca bir dakika. Senin bu durumdan nasıl haberin oluyor?

Harika bir noktaya parmak basıyorum. Ben blogumda bile onun kim olduğunu yazmış değilim. Peki sen bu gizli haberi nereden alıyorsun?

- O söyledi! Diyor.

Muhteşem değil mi? Tam onun yapmasını istediği şeyi yapıyorsun. 'Kudurmak'.

- Ne yazarsan yaz, umrumda değil JC, ben gidiyorum. Diyerek çekip gidiyor.

- Mük! Diyebiliyorum arkasından sadece. Hani, kekelemeye başladığı anda dilsiz olan bir adamın ilk cümlesindeki gibi.

Pazartesi sendromu lafını iliklerime kadar hissediyorum şimdi.

5 Nisan 2009 Pazar

kürdan

Sabah ajansın olduğu binaya geliyorum. Kapının önünde bir sürü insan toplanmış, ambulanslar, itfaiye, polis arabaları. Arabayı duvara çarptırarak durduruyorum. Hızla binaya doğru koşuyorum. Bir itfaiyeci beni durduyor 'durun, daha ileri gidemezsiniz' diyor, cebimden sigara paketimi çıkartıp FBI badge'i göstermiş gibi yapıp girişe doğru ilerliyorum. İçeriden çıkarılmış 'yaralılar' ve dumandan zarar görmüş (bunların hepsi sigara içiyor halbuki) insanları, avcıların av sonrasında yakaladıkları hayvanları sergilemek için yan yana dizmesi gibi dizdiklerini düşünüp bir polise bağırıyorum: 'Çekin şunları ayağımın altından!' Polis 'sen kim oluyorsun da bana bağırıyorsun' ifadesi ile bana yaklaşmak üzereyken bu sefer kredi kartımı çıkartıp 'FBI!' diyerek gösteriyorum. Adam olduğu yerde duruyor. O sırada kapının girişinde sırtını döndüğü halde duran çıplak bir kız görüyorum. Omzuna dokunup, 'çekilin ben doktorum' diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Kız yüzünü bana dönüyor ve bir bakıyorum 'aa dokuzuncu kattaki kız'. Sadece göğüs uçlarına yapıştırılmış bir bant var. 'Akşam yemeğinde ne yedin' diye soruyorum ona. Gözleri hüzünlü bakıyor fakat ona rağmen bana sarılıp dünyanın en ateşli öpücüğünü veriyor: 'Haydi erkeğim, git ve yukarıdakileri kurtar!' diyor bana. 
Üzerimdeki ceketi ve pantolonu çıkarttığımda, altımda lacivert Speedo'mla olduğumu görüyor herkes. Duman bulutuna dalmadan önce omzumun üzerinden geriye bakıyorum, dokuzuncu kattaki kıza. Büyülenmiş bakışları ile bana 'popon muhteşem. Git onları kurtar ve gel. Poponun o kıvrımlarına daha yakından bakmak istiyorum' diyor.
'Elbette' dedikten sonra dumanların arasına dalıp asansöre ulaşıyorum. Enteresandır, asansörler çalışıyor. Bir sigara yakıyorum bizim kata çıkana kadar. Asansör kapıları açılır açılmaz sigarayı atıp, ajansa dalıyorum. Koridorda karşıma ilk çıkan kişi CJ kılıklısı oluyor. Bir yumruk atıyorum tam suratının ortasına. Hacıyatmaz gibi önce devrilip sonra tekrar aynı eksende geri geliyor. Bu sefer bir tekme atıyorum tam kafasına. Aynı hareketi tekrarlayacağını düşünüp, duvardan aldığım yangın söndürücüyü kafasının üzerine ağırlık olarak koyuyorum. Dolayısıyla aynı hareketi yapamıyor. 
Hızla içeriye doğru ilerliyorum. 'Mük' diye bağırıyorum içeride. Madam De Le Patronaj üzerinde leopar desenli bir mayo ile çıkıyor karşıma: 'Bu ne hal' diyorum ona. Hızla belinden yakalayıp omuzlarıma atıyorum onu. Müştem grubunun olduğu yerden bir tamtam sesi geliyor. O tarafa yöneliyorum ve karşımda AG'yi görüyorum. Tamtam çalıyor ve ölüm dansı yapıyor.
- Buraya kadardı AG diyorum ve onu da kurtaracakmış gibi yapıp camdan aşağı atıyorum. Tamtamı ile birlikte aşağıya düşerken oradan geçmekte olan bir uçağa takılıp uzaklaşmaya başlıyor. Uçağın binaya neden bu kadar yakın uçtuğunu anlamak için pencereden eğildiğimde bu sahneyi aşağıdan seyretmekte olan halk kitlesi Madam De Le Patronaj'ın poposunu görünce tezahürat yapmaya başlıyor:
- Hepiniz hastalıklısınız! Diye bağırıyorum aşağıdakilere. Böyle bir durumda bile açıkta bir şey görmeyi umut ediyorlar. Lanet olsun diyerek, CJ'yi de bıraktığım yerden alıp aşağıya atıyorum. CJ'i gören halk kitlesi bir anda dağılıyor. O sırada Mük yanımda beliriyor. 'Haydi JC, atla şu helikoptere' diyor ve Madam De Le Patronaj ile beni kurtarıyor. 
- Önce kadınlar ve çocuklar, diye bağırarak Madam De Le Patronaj'ı atıyorum helikoptere. Şimdi de Büyük Patron'u kurtarmam lazım deyip tam sırtımı dönmüşken aşağıdan Büyük Patron'un 'JC ben buradayım' diye bağırdığını duyuyorum.
- Patron ne işin var aşağıda, diye soruyorum.
- Ben çok zengin olduğum için ilk olarak beni kurtardılar. Diye cevap veriyor.

Kendi kendime bu ne abuk sabuk bir dünya böyle, derken uyanıyorum. O heyecanla:
- Tüh, Boyalı BB'yi kurtarmayı unuttum. Diyorum.
- Kimi kurtarmayı unuttun hayatım? Diye soruyor uykulu bir kadın sesi yanımda.

Yanımda birinin olduğunu unuttuğum için, bu cümleyi duyunca korkuyla ciyaklayarak kendimi yatağın dışına atıyorum. 

Kürdan kullanan kızlardan da nefret ediyorum. Çok kötü bir görüntü!

3 Nisan 2009 Cuma

en sevilen gün

Debi giriyor içeriye:
- Günaydın JC. Diyor.
- Günaydın Debi. Diyorum.

İsmine hızlı bir şekilde alıştı. Muhtemelen o da kendi isminden memnun değildi. 'O da' derken isminden memnun olmayan başkaları olduğu sonucunu çıkarmayın. Vardır belki ama ben bilmiyorum. Benim şu anda tek düşüncem bir an önce akşamın olması.
- Mük, sakın bana abuk bir davet çıkarma bu akşam. JC bu gece ölmeyi düşünüyor ve sizi de yarınki cenazesine davet ediyoruz de ki korksunlar biraz.

Debi de geldiğine göre, aslında bizim taşınmamız gerekiyor. Boyalı BB ile bu meseleyi halletmem lazım fakat odasına gitmeyi açıkçası götüm yemiyor. Bu tip durumlar için hayat bize neler sunuyor, bir bakalım: 
1. Telefon - en fazla biraz yüksek ses duyarsınız fakat en yüksek sesi bile kulağınızdan teğet geçer
2. Mail -harika bir yöntemdir ama kişinin maillerine ne kadar zamanda baktığına göre değişir, ben hala geçtiğimiz aydan kalan mailleri cevaplıyorum mesela. Bana ulaşmak için iyi bir yol değil
3. Elçi göndermek -BB'nin gördüğü göreceği en güzel elçiyi, yani Mükcüğümü gönderip bunu söyleyebilirim ama bu sefer de diplomasiye geçtiğimiz düşünülebilir ve Boyalı BB ile diplomasi yaşamak istemem. Onunla demokrasi daha güzel
4. Fax -kadın programları ve aptal televizyon kanalları haricinde kullanan kaldı mı
5. SMS -pek güzel.

SMS atıyorum BB'ciğime: 'BB, yeni bir arkadaşımız aramıza katıldığından kelli, bize yeni bir oda lazım sanki.'

Birisi Rick Astley mi dinliyor buralarda?

SMS ile iş halletmeye çalışan dünyadaki tek kişi ben değilim. Bir gün gelecek SMS ile oy falan atacaksınız ve o zaman bu yadırgayan bakışlarınızın fotoğrafını çekmiş olmayı dileyeceğim. Cevap telefon ile geliyor: Elbette Mük'ün yanına bir masa koyarak bu işi çözebiliriz böylece sen de o güzel ofisciğinden taşınmak zorunda kalmazsın. Nasıl olur?
Harika olur. Bana uyar.

Akşam programları yapmam lazım.
- AJ.
- JC.
- Akşama ne yapmayı düşünüyorsun?
- Yazarlar Kulübü ile toplanacağız ve tekne gezisi gibi şeyler var programda.

Booooorinnngg! Eminim onun için eğlenceli bir şeyler vardır orada. Anlama kapasitemi aşıyor diye sıkıcı bulmamam lazım aslında. AG'ye göre ben de sıkıcı bir insanım sonuçta. 

- Debi sen ne yapmayı planlıyorsun bu akşam? Diye soruyorum Mük'ün duyabileceği şekilde.
- 80'ler partisi var, oraya gideceğiz. Diyor.
- Az önce kulağıma çalan Rick Astley senden mi geliyordu?
- (Gülümseyerek) Evet. Diyor.
- 70'li yıllarda doğmuş bir ablan falan mı var senin? Diye soruyorum.

Joanne'i arıyorum, ulaşamıyorum. Acaba bir değişiklik yapıp bu akşam Büyük Patron'la mı takılsam? Mük'e IM yapıyorum: 'Senin planın nedir?'
- There's no fucking plan.
Bu ne anlama geliyor şimdi? Seksüel içerikli bir plan yok anlamında mı kullanılıyor yoksa hiçbir plan yok anlamında mı?

Boyalı BB'yi yemeğe çıkartarak affettirmeye çalışayım kendimi:
- BB'ciğim.
- Efendim JC'ciğim?
- Akşam yemeğe çıkmak ister misin?
- (Bir süre defter kurcalama sesi geliyor) Eşimle yemeğe gitmemiz gerekiyor zaten bu akşam. Diyor.

Telefon elimde kalıyorum. Neden az önceki işimi telefonla halletmediğim halde şu anda telefon ile ulaştığımı merak ediyorsunuz değil mi? Ben de bilmiyorum. Acaba yanlış mı duydum şu az önceki satırları?
- Tamam, diyerek telefonu kapatıyorum ve Mük'e sesleniyorum.
- Müüüüüüüüük! Boyalı BB'nin evli olduğunu ben neden bilmiyorum?
- Kadınlarda en son baktığın yer parmakları olursa... Diye cevap veriyor IM'den.

2 Nisan 2009 Perşembe

dedikodu

Dedikoduları kontrol edemiyorsanız hakkınızda başka dedikodular çıkartın. Gerçekler sizi acıtıyorsa, suni mantarlar size makyaj gibi gelir en azından.

Ajans içinde masadan masaya yapılan dedikodular yetmiyor mail ve telefon ile gelmeye devam ediyor.
- JC, oğlum biliyor musun Tito geymiş lan.
- E n'olmuş?
- Karıdan o yüzden boşanmış.
- Hande nasıl?
- Çat. (Kapandı sesi)

Tam o sırada kapımda Boyalı BB beliriyor.
- Günümü aydınlattın BB'ciğim. Diyorum.
- Konuşmamız lazım JC, diyerek dalıyor içeriye.

Eyvah. Sanırım Boyalı BB'nin kasabaya dedikodular çok geç geliyor. Aradan kaç gün geçti, ben sayamadım.
- Özür dilerim BB. Diyorum, nedense.
- Özür dilemen yetmez, yere kapanıp affet beni BB, ben bir eşşeğim desen de yetmez. Diyor.

Kafamı kaldırıp 'bu sözler gerçekten bu kadının ağzından mı çıktı, yoksa Anadolu'dan birileri Hollywood filmlerini alıp üzerine aksanı olan Türkçe dublajlar yapıp gönderiyorlar mı' diye bakıyorum. O ahenkle dans eden kumral saçları, kafasını önüne eğdiği zaman yüzünü hafiften örtüyor.
- Neden böyle yapıyorsun JC? Diye soruyor, sesi çok güç çıkıyormuş gibi. Ağlarsa dayanamam.
Yerimden kalkıp yanına geliyorum.
- O gün öyle bir tuhaflık vardı üstümde, diyorum. Nedense sevgimi o şekilde göstereyim dedim. Diyorum.

Boyalı BB'nin zaten üzgün olan suratına bu sefer bir şaşkınlık dalgası yayılıyor?
- Neyden bahsediyorsun sen? Diye soruyor bana.

Ah elbette farklı şeylerden bahsediyoruz. Benim bahsettiğim şeyden onun haberi yok, onun bahsettiği şeyden de benim haberimin olmadığı ortaya çıkıyor. 
- Sana sarılıp öptüğüm için özür diliyorum sanmıştım ben.
- Ah hayır. Şapşal.
- Peki niye özür dilemem gerekiyor?
- Bana söylemeden başkaları ile iş ile ilgili görüşüyormuşsun. Diyor.

O, H ve A harflerini bir araya getirip disleksi hastası birinin önüne bile koysam sanırım rahatlıkla okuyabilir.

Dedikoduların bazılarının çok hızlı, bazılarının ise çok yavaş ilerlediğini unutmamak gerek. Size söyleyebileceğim tek bir iyi dileğim var: Dedikodunuz mümkün olduğu kadar hızlı yayılsın! En azından bir yerde çarpıp paramparça olur ve siz rahat edersiniz. [Ne kadar iyilik doluyum böyle.]

1 Nisan 2009 Çarşamba

şaka yapanı, fare kapanı

Bugün şaka kaldırabilir miyim diye soruyorum kendime aynadan bakarak. Aynadaki kendim:
- Hayır. Diyor.

Galiba yaşlanıyorum. Şakalara karşı daha tahammüllüydüm eskiden. Belki de şakaların kalitesi gittikçe düşüyordur. Kendime hemen yüklenmeyeyim, öyle değil mi? 

Bu tribe de bayılıyorum: Eski günleri özleyip, insan kalitesinin bozulduğundan falan bahseden insanları dinlemek komik oluyor. En fazla kaç yıl geriye gidip kalite testi için kendine örneklem seçebilirsin ki? Üstelik seçtiğin örnekler olduğu gibi mi duruyor sanıyorsun akıllım.

Neyse, ofisi arıyorum.
- Mük?
- JC?
- Benim masaya herhangi bir şey koyan olmuş mu?
- Bir paket geldi.
- Şakacı Kadın'dandır o. İçinde de muhtemelen dildo benzeri bir şey çıkar sanırım. Açsana bi içini.
- (Kağıt hışırtıları dinliyorum bir süre) Nereden bildin?
- Her yıl benzeri şakaları yapıyor. Bu yıl da aklıma dildo geldi nedense.
- Hayır, Şakacı Kadın'dan geldiğini nereden bildin diye sormuştum. 
- İçinde ne var peki?
- Penis büyütme hapları ve sanırımm.. (bir müddet duruyor) birkaç paket de Viagra.
- Çok yaşa. Sana lazımsa alabilirsin Mükcüğüm.
- Denemek için alırım üç-beş hapından JC.
- İşe yararsa çok gülerim ha.
- Ne demişler, House Always Wins. Çirkin olur ama birlikte güleriz. Bu telefon konuşması da burada bitsin.
- Hoşçakal Mük.

Sanırım ben de 1 Nisan şakamı yaptım. Şimdi geçip Aloe'lere gideyim. Ellerimi yukarı kaldırıp 'bakın, temizim, yanımda 1 Nisan şakası falan taşımıyorum' diyerek girmeyi düşünüyorum bahçeden içeri.