3 Şubat 2009 Salı

chillin'

Sarımsaklı güzel bir makarna yedim. Ah. Sabah kahvaltısında bile yiyebilirim bu mereti.
- Bak Mükcüğüm. Şimdi benim yediğim sarımsak seni neden rahatsız ediyor? Bana bir metreden fazla yanaşmıyorsun ki.
- Kokuyor JC, kokuyor. Anlamıyor musun?
- Peki o zaman sen git Japon bahçesinde otur.
- Ben eve gitsem?
- Olmaz. Hastabakıcımsın. Boyalı BB'ye işten kaçtığını da hiç çekinmeden ihbar ederim.
- İşim sensin yani.
- İş mi atıyorsun?
(Yastığı kaptığı gibi fırlatıyor bana.)

Yastığı kaptığın gibi patronuna fırlattığın başka bir iş dalı var mıdır? [Evet, vardır. Niye tadımızı kaçırıyorsun ki sen?]
- Dua et ki kız arkadaşım gelecek. Şu kokuna ancak öyle katlanabiliyorum.
- Evde bir dinleme cihazı olsa, aletin başında bizi dinlemekle görevlendirilmiş adam ne diyecek biliyor musun şimdi?
- Yazık kıza diyecek, ne diyecek ki?
- 'Bunlar koyun koyuna yatıyorlar ve kız adamı bir başka kadınla aldattığı gibi hiç utanmadan bunu suratına da söylüyor' diyecek!
- Altta da Eric Clapton çalıyor değil mi?
- Evet. Harika bir kombinasyon!

Tüm gün ne mi yaptık? Gün Joanne'in gitmesi ile başladı yine. Mükemmel Asistanıma dünyanın en iyi makarnasını yaptıktan sonra Mük'te 'damak tadı' denilen şeyden bir gram bile olmadığını anladım. 'TRT arşivlerini ne zaman soydun' suçlaması ile karşılaştım. Mark Knopfler'ın bir motorsiklet markası olmadığını ona anlatırken bana numara yaptığını anlayıp bir güzel patakladım. Bunların ardından bana 'hadi The Secretary filmini seyredelim' dediğinde içine düştüğüm tuzağın farkına vardım ve kız arkadaşı ile arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladım. Daha da ileri giderek kendisine 'dayaktan hoşlanan pis dayk' dedim ve ağlamaya başladıktan sonra bunun da bir numara olduğunu ve markete kadar yalın ayak giderek bana orada bulduğu bütün gazeteleri alma cezası verdiğimi çığırdım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra gerçekten ağladığını görüp, özür dileyip, beni tanımıyor musun ne kadar fazla şaka yaparım diye üzüntülü sesimle af diledim.
Sonra o da benim yaptıklarımdan dolayı değil de, içinden geldiği için ağladığını, bana hiçbir zaman darılmadığını ve darılamayacağını söyledi.

Şaka ile hayatın da sıcak ile soğuk gibi birbirinden çok farklı kavramlar olmadığını düşünürdüm. Bunları yaşadığım sırada yine aynı şeyleri düşünüyordum.
- Ağlaman bittiyse yalın ayakla markete kadar giderek bütün gazeteleri alıp buraya gelme cezanı uygulamak zorundayım. Dedim.

Sanki üç saniye önce hüngür hüngür ağlayan kendisi değilmiş gibi, yüzünde ciddi bir ifade pencereye giderek 'bu yağmurda neden yalın ayak gideyim' diye sordu. 
- Çünkü, dedim, çünkü ceza biletlerim çok az ve onları kestiğim zaman uygulanmasını görmek isterim.
Tam dışarıya çıkarken kolundan yakaladım:
- Şaka yapıyordum şapşal, dedim. Bırak, insanlar o salak kağıt parçalarını okuyup 'hayattan haberdar olduklarını' zannetsinler dedim.

Herkesin bayıldığı manken kız gelene kadar peşpeşe 35 defa Eric Clapton'ın Layla'sını dinledik. Hem de Unplugged! 

Sonra Joanne geldi, Aloe Vera ile Mik geldi ve gece geç saate kadar yeme, içme, sohbet etme. 
Gecenin sonunda herkesin bayıldığı manken kız, Aloe Vera'ya dönüp:
- Benim ayak bileklerim çok ince, seninkiler ne kadar güzel. Dedi.

Kızları kendi aralarında sohbete bıraktığımda Mik salonda koltukta sızmış uyuyordu. Ben de Japon bahçeme geçerek salonda kızlarla sohbet etmekte olan Joanne'imi izledim uzaktan.

Elime bir hoh'ladım. Sarımsak kokuyordum.

Hiç yorum yok: