22 Şubat 2009 Pazar

ajansa giderken

Arabamı özlemişim, o da benim harika kıçımı özlemiş. Direksiyona oturduğum anda o güzel popomu nasıl sevgiyle kavradığını görseydiniz, eminim aramızdaki sevgiyi kıskanırdınız.

Ajansa giden en uzun yoldan sürüyorum arabamı. Nedense öncelikle İstanbul'un her tarafında devriye atarak gitmem gerektiği hissine kapıldım. Kuşlar uçuyordu, deniz dalgalanıyordu, güneş içinize işlermiş gibi ışıldıyordu, trafik hafif tıkalı bir idrar borusu gibi ıkınarak da olsa çalışıyordu ama o bile harikaydı. Kabızlık yoktu en azından.

Biliyorsunuz tabii ki, hayatın trafikle çok büyük benzerlikleri var. Mesela sabırsız bir şekilde sağımdan geçip sol şeride kıran şu hergele gibiler: Onları bir anda para kazanma hırsı ile hayatta gördüğü tüm bonusları toplamaya çalışırken yediklerini nereye çıkartacağını düşünmeden bir anda tıkanan ve daha otuzunda kalp krizinden giden insanlara benzetebilirsiniz. Bu heriflerin (kadınların demiyorum dikkat ederseniz, evet) hayatta gözlemleyemediği şey şudur: Kendilerine sadece servet olarak örnek aldıkları idoller olan iş adamlarının neredeyse hiçbiri kendi arabalarını kendileri kullanmazlar, her daim efendi gibi kullanan bir şoförleri olur ve onlar da hiçbir zaman otomobil üreticilerinin o kadar beygir gücünü kasaya sığdırırken zorlandığı güç makinesi bu araçları bahsi geçen hergelelerin kuduz köpek sürüşüyle kullanmazlar.

Mesela şu anda önümde gitmekte olan araç gibi. Hiç acelesi yok ve trafiğin akış hızında gidiyor. Şerit değiştirmesine çok fazla gerek yok çünkü o ileride hangi dönüşten dalacağını, dönüşe girmeyecekse o sapaktan girecek olan diğer sürücüleri engellememesi gerektiğini bilerek gidiyor. İçinde bulunduğun şeridin hızı ile yanındaki şeritlerin hızı arasında devasa bir fark yoksa -ki öyle bir fark formula 1 pistinde bile olamıyor- şerit değiştirip durmanın kimseye faydası yok çünkü yarışmıyorsan finişe bir saniye önce girmenin insanlığa da bir faydası yok.

Ajansa gitmek için en uzun yolu seçmenin kötü bir yanını keşfediyorum o sırada: Nereye gittiğini unutabiliyorsun. Santimetre'ye gidesim geliyor bir anda. Telefonu çıkartıp AJ'yi arıyorum.

- AJ, oğlum kaldır kıçını sana güzel bir yemek ısmarlayayım. Hem de eski dostlarla sohbet.
- Peki, döndüğümde işlerime yardım edeceksen neden olmasın. Nereye gidiyoruz?
- Daha döndüğünde işlerine yardımcı olacağıma dair söz vermedim ama...
- Aksi mümkün değil, oradan biliyorum.
- Diktatörlük rejimini iyi yönetirdin biliyor musun. Santimetre'ye gidiyorum, direkt oraya gel. Deyip kapatıyorum.

Santimetre'nin isim babası AJ. Eh, hadi kendime de azıcık pay vereyim. Santim ve Metre soyadlı iki tane ortak uydurup restoran açmayı düşünen iki eski arkadaşımıza bu sahte kimlikleri vererek oluşturmuştuk. İsim halk arasında tutunca, onlar da gerçek kimliklerini unuttular: Joe Santim ile Martin Metre oldular bir anda. 

Sabahın bu saati dediğime bakmayın, reklamcı saatiyle konuşuyorum. Şu anda restoranı açmışlardır ve önce kendi karınlarını doyurmak üzere hazırlık yapıyorlardır. Eski dostları için her zaman iki tabaklık yerleri olur masalarında. 

Arabanın hızını biraz daha azaltıp ZZ Top açıyorum: I'm Bad, I'm Nationwide. Sonra da bir Lucky Strike yakıyorum. Bu Alman mühendislik harikasının üzerinde.

Hiç yorum yok: