27 Şubat 2009 Cuma

1001 gece otelleri

Ah bayılıyorum bu müşterimize.

Marka temsilcisi ve basın ve halkla ilişkiler müdiresi hatun, otelin bize arada bir yolladığı 'kompliman masajlar', SPA kuponları, davetleri falanı filanı ve tabii ki marka ismi. Hepsi masaldaki gibi.

Mük, Büyük Patron'un odasında ajanstaki tüm erkeklerin içeriye girmek için can attığı bir hatunun geldiğini ve JC'ciğimi görmeden şuradan şuraya gitmem dediğini ve Büyük Patron'un hem kendisinin, hem de Madam De Le Patronaj'ın bu mesajı iletmek için bir saattir bana ulaşmaya çalıştığını fakat ulaşamadığını ve bu yüzden kendisine ulaşıp 'JC kıçını kaldırıp buraya gelsin' dediklerini bana IM penceresinde yazana kadar bilmiyordum.
- Mük, sana kaç defa söyledim, IM'lerimde takılırken araya girip bana iş ile ilgili bir şeyler söyleme! Diye bağırıyorum oturduğum yerden.

Yerinden kalkıp yanıma geliyor.
- Şu IM'lerde ne yaptığını görebilir miyim, diyor ama daha cümlesi bitmeden bilgisayarımı elimden çekip IM'lerimi okumaya başlıyor.

- Sen onları okurken, ben de bari gidip içeride kim varmış göreyim. Diyorum.

Arkamdan 'pis çapkın' diye bağırdığını duyacağımı adım gibi biliyordum. Ve sonrasında o mesajların tamamını okuyup, baştan çıkacağını ve 'benmişim' gibi karşısındaki kişi ile konuşmaya devam edeceğini de biliyordum. Ah bu hikayede bahsi geçen tüm kızları toplayıp Erkekistan'da penis parlatma sürgününe göndermeli. Ama tabii ki ben faşist değilim.

Büyük Patron'un odasına girmeden önce Madam De Le Patronaj'a selam verip, 'güzel klevaj' diye bir övgü sözü yollayıp üzerimdekileri dağıtıyorum. (Hani bu sefer de içeridekilere 'üff beni tam sevişirken çağırdınız ama' mesajı vermek için.)

- JeySsiiiii diye bağırarak atlıyor üstüme.
Aaa 1001 gece oteller zincirinin basın ve halkla ilişkiler müdiresi.
- Bu ne hoş sürpriz, diyorum Fransız aksanımla.

Öyle 50'sine gelmiş, bel hizası başta olmak üzere vücudunun çoğu yeri genişlemiş, vakit geçirmek için basın ve halkla ilişkiler müdireliği yapan, kahve falı bakmak için kendisine arkadaş arayan hatun(!) tipinde birisini düşünmeyin. 40'larına henüz ulaşmamış ama buna rağmen bizim müştem bölümünde staja başlamış 20'lik kızlara taş çıkartacak vücudu ile 1001 gece oteller zincirinin olduğu tüm ülkelerdeki erkekleri baştan çıkartan bir hatundan bahsediyoruz burada. Üstüme atlamasına bakarak, birazcık üstteki cümlemde bahsettiğim tipte bir kadın sanmayın kendisini diye belirteyim dedim. Aksi taktirde AG'den bile halk arasında 'taş gibi hatun' diye bahsediyorlar. Açtırmayın ağzımı. Çıkartmayın kabzamı.

- Geçmiş olsun JC, diyor, öğrendim ki...
- Ah evet, sabah akşam, 7/24 çalışmanın vücuda zararları işte! Daha sakin bir hayat yaşamam lazım ama, n'aparsın şuradan ayrıldığım anda her şey sarpa sarıyor. Dedikten sonra Büyük Patron'a bakıyorum, gözleri ile orta kuvvette bir rüzgar estiriyor hatunun üzerinde.

Biliyorum, bu adamın beni de odaya çağırmasının sebebini biliyorum. Böylece kadının bakışları benim üzerimde toplanacak ve o, o sapık ve sapık olduğu kadar yaşlı gözlerini kadının istediği yerinde gezdirebilecek. Hey dünya! Adalet durağında inmek istiyorum.

- Şimdi iyileştiğine göre, müsait bir akşamında misafir etmek isterim seni 1001 gece otellerinde, diyor bana.

Bakışlarım yine Büyük Patron'a kayıyor. Beni odaya çağırdığına bin-pişman olsa gerek. Neyse, ben biraz daha 'cool' oynayayım.
- Ah dear, diyorum. Elbette kız arkadaşım ile bir akşam misafirin olmak isterim. Diyorum.
- Ama JC, ben tek başıma senin kalbinde misafir olmayı düşünüyordum. Diyor.
- Ah merak etme hayatım, bir yaşlı Rus köylüsü kadının götü kadar kocaman olan kalbimde sana da misafirhane var, hiç merak etme. Diyorum.

Kahkaha atarken 'acaba hakaret mi etti yoksa güzel bir şey mi söyledi' merakı geziniyor ellerinde. Elimi tutup bırakmıyor. Büyük patrona dönüp 'biz biraz gezelim' deyip odadan çıkartıyor beni.
Odama gidiyoruz. Mük hala benim IM'lerimi okuyor. İçeri girdiğimizde kafasını kaldırıp yanımdaki hatunu gördüğünde kafasını bir daha indiremeyeceğini bildiğim için uyku maskesini alıyorum masadan ve o daha kafasını kaldırmadan maskeyi gözlerine geçiriyorum. Elinden bilgisayarı alıyorum. Kafasını itiyorum. Uyku pozisyonuna geçiyor.
- JC, diyor hatun bana.
- Buyrun dear, diyorum.
- Yeni ajans arıyoruz kendimize.
- (İçimden mi dedim, dışımdan mı bilmiyorum ama) Syktyr!

25 Şubat 2009 Çarşamba

doğal olarak

Tahammül sınırlarımı kontrol etmek için arada bir 'yapmayacağım şeyleri' yapmayı severim. O yüzden bugün ajansta gezmekten hoşlanmadığım bölümlere gitmeye karar veriyorum.
-Mük, çığlık attığımı duymadığın müddetçe beni takip etme, deyip odadan çıkıyorum.

Öncelikle müştem grubuna bir ziyaret yapmaya karar veriyorum. Onların fabrika gibi ayrı bir bölümleri var. İçeriye girdiğimde ilk karşılaştığım kişi Miranda oluyor.
- Merhaba JC, diyor bana. Siyah kıvırcık saçları ile üzerine ne giyerse giysin 'liseli kız' havasından kurtulamıyor.
- Miranda! Diyerek selamlıyorum onu. Neler oluyor burada? İnsanlar asayiş ve berkemal mi?
- (Hatamı bulduğunu zannederek kih-kih gülümsüyor) Belkemal derler ona bir kere, diyor. (Ben de bir an hatamı gerçekten buldu sanmıştım. Oh.)
- Sen git bir Camel yak kendine, diyerek yoluma devam ediyorum. Buradaki kızların çoğunu tanımıyorum. 'Burada niye hiç erkek çalıştırmıyorlar' diye soruyorum herhangi bir tanımadığım kıza. Kız gözlerini bana dikip 'ben burada çalışmıyorum ki' diyor.
- Peki nerede çalışıyorsun sen? Diye soruyorum doğal olarak.
- Dokuzuncu kat, diyor.
- Dokuzuncu katta ne var? Diye soruyorum doğal olarak.
- Medya, diyor.
- Medya'daysan sen, burada ne işin var? Diye soruyorum doğal olarak.
- Arkadaşımı ziyarete geldim, farkındaysan 'masanın bu tarafındayım' diyor.
- Hmm, good point. Diyorum doğal olarak.

Sorgusuna devam eden nü-fetiş gibi odada yürümeye devam ediyorum. Bir an durup, az önce konuştuğum kızı inceleme dürtüsü hissediyorum içimde. Şirin bir şey aslında, burada çalışmadığına şaşırmamak gerek.
- Senin gibi tatlı kızları burada çalıştırmıyorlar zaten. Diyorum doğal olarak.

Sahte gülümseme kaslarını kullanarak, suratını sıkıyor, gülümsüyormuş izlenimi veriyor.
- Teşekkür ederim. Diyor doğal olarak.

O sırada arkamda o çok bildik sesi duyuyorum:
- Bacaklarıma bakmayı özledin ve buraya kadar geldin, öyle değil mi JC?

Sırtımı dönüp, bu cümleyi kimin kurduğuna bile bakmama gerek yok zira bu sesi çok iyi biliyorum.
- (Yandaki kızlardan birine dönüp) Bayılıyorum bu karının bana ulaşmaya çalışıp, teğet bile geçemediğini gördüğü her an kudurmasına. Diyorum doğal olarak.

- Odama gel, diyor bana AG.
- Bu lafı sadece bell-boy'lara söylediğini sanıyordum. Diyorum doğal olarak.

AG'nin odasına doğru yürürken az önce konuştuğum kıza dönüp 'sana ne diye hitap etmemi istersin' diye soruyorum doğal olarak. 'Dokuzuncu kattaki kız de, yeter' diyor.
- Good call. Diyorum gözlerimi kocaman açarak. Tom Cruise gülüşümü yüzüme yapıştırarak. Odada hangisi olduğunu bilmediğim birkaç kızı baştan çıkararak.

- Ne var? Diyorum doğal olarak, AG'nin odasına dalarak.
- HH ile ilgilenecek takım kuruldu, önümüzdeki hafta sunuma gidilecek ve ben de orada olacağım. Ne giyeyim sence?
- Birinci sınıf sürtük kıyafeti nedir? Diye soruyorum doğal olarak.
- Jartiyer, deri mini etek, tabanı ve topuğu kalın fahişe ayakkabısı, büstiyer. Diyor.
- Etkili bir müşteri temsilcisinin özellikleri nedir desem bu kadar hızlı sayamazdın. Diyorum doğal olarak.
- Evet çünkü ben bir sürtüğüm. Diyor haklı ve doğal olarak.
- Ağzından bal damlıyor. Diyorum doğal olarak.
- Daha fazla şeyler damlar da, bu sana bağlı.
Dediği anda bu odadan çıkmam gerektiğini anlıyorum ve kapının yanına geldiğimde üzerimdekileri darmadağın ediyorum.
- Bak şimdi kızlara ne yapacağım, diyerek odanın içinden kendimi dışarıya zorla atıyormuş gibi yapıyorum.

Dışarı çıktığımda üstümün darmadağın olduğunu gören kızlar, şaşkınlıkla bana bakıyor.
- Sizin bu direktörünüz var ya, diyorum doğal olarak, TAM BİR SÜRTÜK. Diyorum ve kapıya doğru hareket ediyorum.

Müştem fabrikasını terk etmeden önce de içeriye dönüp, 'şu direktörünüzü erkek dolu bir Afrika kabilesine bırakın da bir güzel... diyeceğim ama Afrika'nın aç erkeği de bunu beyaz-adam zanneder, işe yaramaz. Neyse size dokunmayan yılan bin yaşasın' diyerek çıkıyorum.

- Eveet, şimdi nerede kalmıştım, diye soruyorum kendime, doğal olarak.

Doğal meyve suları için böyle bir kampanya mı yapsak? Doğal olarak.

24 Şubat 2009 Salı

cd'nin asistanının bacakları

Ass-istan: (i)
Patronlara asistan bulma işi ile uğraşan İstanbul kökenli bir beyin avcısı şirketi.

Vagina A.Ş. diye bir tabela görürseniz de şaşırmayın, vagon üreten bir şirket olabilir. 'Pen-is' ismini kendisine marka olarak seçmiş bir PVC pencere ve kapı üreticisi de şaşırtmasın sizi. 'Orji' adlı ped üreticisi de çıkabilir karşınıza bir gün.

CD'nin asistanını görmeden önce bunlar geçiyordu işte kafamdan.

Ne kadar çok isterdim bu cümleyi 'CD'nin asistanıyla koridorda karşılaştığımızda' diye kurmayı ama inanın bu kadını bir kere bile ayakta görmedim ben.

En iyisi girip CD'ye sormak.
- CD selam.
- Oo merhaba JC. Geçmiş olsun evlat.
- Evlat mı? TRT'de western kuşağı yine mi başladı?
- Yani.
- Sana bir şey soracağım CD. Çok önemli.
- Sor bakalım, deyip ciddileşiyor, eli yine pis sakallarında gezmeye başlıyor.
- (Fısıltıyla asistanını işaret edip) Ne kadar zamandır birlikte çalışıyorsunuz? Diye soruyorum.
- (Ciddiyeti çabuk geçiyor, pis bir sırıtış beliriyor yüzünde) Nereden çıkarıyorsun JC?
- ?. ?. (Pause var, Stop var, benim şu anki halim Stop-ötesi!!!)
- Çalışanlarımla...
- Ah yeter kapa çeneni! Bok çukurusun sen CD, booook. Öğğğkk.
- (Tırsık ifadesi geliyor yüzüne. Ona sorsan bu ifade 'heyecan' veya 'şaşkınlık') N'oldu CeyS...

Bir soruyu da adam gibi cevaplasa şu herif istifamı basıp kendimi ekmek fırını açmak üzere Sibirya'ya atacağım. Titreye titreye oradan uzaklaşıyorum. Suç bende, bu adamın hiçbir zaman sorduğun soruya cevap vermediğini ve kafasında dolaşanları bir şekilde dışarıya sızdırdığını adımdan bile iyi biliyorken...

Boyalı BB'nin odasına atıyorum kendimi. Titreyerek ve öğürerek geldiğim için yine korkuyor BB.
- N'oldu JC'ciğim, neyin var? Diyerek fırlıyor yerinden. Asistanı da şaşkın bakışları ile BB'nin yanında bitiyor.
- Kayıtlardan almam gereken bir bilgi var BB öööğkk. Merak edilecek bir şey yok bööööğğ. Az önce sinek gördüm de, biraz midem bulandı ööööyykk.

Asistanını benim yanımda bırakıp bir koşuda su alıp geliyor. Ben suyu içerken küçük bir çocukmuşum gibi saçlarımı okşuyor.
- Geçmiş olsun JC'ciğim. İş görüşmeleri yüzünden uğrayamadım son günlerde sana. Diyor.
Kağıt ve kalem istiyorum. Asistanı hemen veriyor.
İhtiyacım olan bilgiyi kağıda yazarak, kendimi odanın dışına atıyorum. Büyük Patron'un odasına dalıyorum -ve evet, yine terzisi orada- :
- Ulu çınarlar, serin pınarlar, otlayan kuzular! Diye bağırıyorum.
- (Patronun soğukkanlılığına bayılıyorum) Ooo JC, ajansın yolunu bulmuşsun sonunda.
- Patron, hani şu yıllardır gidelim dediğin balık avı vardı ya.
- Evet.
- Gitmek istiyorum şimdi, haydi gidelim. Deli gibi istiyorum gitmeyi. Bayılıyorum. Manyamış danalar gibi merak ediyorum. O kadar uslu duracağım ki orada sıkılacaksın patron. Haydi hemen gidelim. Aşağıda bekliyorum seni. Deyip atıyorum kendimi odanın dışına.

Odasından çıktığım gibi Madam De Le Patronaj ile çarpışıyorum. Çarpışmanın şiddeti ile yere düşmemesi için kerpeten gibi sarılıyorum ona ama yine de yere düşüyoruz. Ben alttayım, o üstümde. Şimdiye kadar geçen sahnelerde eksik kalmış olan tek kişi - yani Mük - geliyor odaya.
- Oo samimiyetinizi bozmayayım. Diyor hınzır hınzır.

Oh. Sanırım CD ile ilgili her şeyi unuttum. Yalnız Madam De Le Patronaj'ın ağzımı burnumu koklamak için bana neden bu kadar yaklaşması gerektiğini ve halen üzerimden neden kalkmadığını düşünüyorum:
- JC, sarhoş da değilsin. Diyor.

Franz Ferdinand çalsın istiyorum şu saniye, Take Me Out diye bağıralım hep birlikte.

23 Şubat 2009 Pazartesi

ilişkiler

Ah, ilişkiler. İnsanın hayatını rayına oturtan ya da rayından çıkaran küçük duygu molekülleri. Katkı maddeleri. Bir an bile rahat durmaktan hoşlanmayan insanoğlu için güzel bir benzin. Ya da sulu benzin. Ya motoru bozarsın, ya da ömrünü uzatırsın.

22 Şubat 2009 Pazar

ajansa giderken

Arabamı özlemişim, o da benim harika kıçımı özlemiş. Direksiyona oturduğum anda o güzel popomu nasıl sevgiyle kavradığını görseydiniz, eminim aramızdaki sevgiyi kıskanırdınız.

Ajansa giden en uzun yoldan sürüyorum arabamı. Nedense öncelikle İstanbul'un her tarafında devriye atarak gitmem gerektiği hissine kapıldım. Kuşlar uçuyordu, deniz dalgalanıyordu, güneş içinize işlermiş gibi ışıldıyordu, trafik hafif tıkalı bir idrar borusu gibi ıkınarak da olsa çalışıyordu ama o bile harikaydı. Kabızlık yoktu en azından.

Biliyorsunuz tabii ki, hayatın trafikle çok büyük benzerlikleri var. Mesela sabırsız bir şekilde sağımdan geçip sol şeride kıran şu hergele gibiler: Onları bir anda para kazanma hırsı ile hayatta gördüğü tüm bonusları toplamaya çalışırken yediklerini nereye çıkartacağını düşünmeden bir anda tıkanan ve daha otuzunda kalp krizinden giden insanlara benzetebilirsiniz. Bu heriflerin (kadınların demiyorum dikkat ederseniz, evet) hayatta gözlemleyemediği şey şudur: Kendilerine sadece servet olarak örnek aldıkları idoller olan iş adamlarının neredeyse hiçbiri kendi arabalarını kendileri kullanmazlar, her daim efendi gibi kullanan bir şoförleri olur ve onlar da hiçbir zaman otomobil üreticilerinin o kadar beygir gücünü kasaya sığdırırken zorlandığı güç makinesi bu araçları bahsi geçen hergelelerin kuduz köpek sürüşüyle kullanmazlar.

Mesela şu anda önümde gitmekte olan araç gibi. Hiç acelesi yok ve trafiğin akış hızında gidiyor. Şerit değiştirmesine çok fazla gerek yok çünkü o ileride hangi dönüşten dalacağını, dönüşe girmeyecekse o sapaktan girecek olan diğer sürücüleri engellememesi gerektiğini bilerek gidiyor. İçinde bulunduğun şeridin hızı ile yanındaki şeritlerin hızı arasında devasa bir fark yoksa -ki öyle bir fark formula 1 pistinde bile olamıyor- şerit değiştirip durmanın kimseye faydası yok çünkü yarışmıyorsan finişe bir saniye önce girmenin insanlığa da bir faydası yok.

Ajansa gitmek için en uzun yolu seçmenin kötü bir yanını keşfediyorum o sırada: Nereye gittiğini unutabiliyorsun. Santimetre'ye gidesim geliyor bir anda. Telefonu çıkartıp AJ'yi arıyorum.

- AJ, oğlum kaldır kıçını sana güzel bir yemek ısmarlayayım. Hem de eski dostlarla sohbet.
- Peki, döndüğümde işlerime yardım edeceksen neden olmasın. Nereye gidiyoruz?
- Daha döndüğünde işlerine yardımcı olacağıma dair söz vermedim ama...
- Aksi mümkün değil, oradan biliyorum.
- Diktatörlük rejimini iyi yönetirdin biliyor musun. Santimetre'ye gidiyorum, direkt oraya gel. Deyip kapatıyorum.

Santimetre'nin isim babası AJ. Eh, hadi kendime de azıcık pay vereyim. Santim ve Metre soyadlı iki tane ortak uydurup restoran açmayı düşünen iki eski arkadaşımıza bu sahte kimlikleri vererek oluşturmuştuk. İsim halk arasında tutunca, onlar da gerçek kimliklerini unuttular: Joe Santim ile Martin Metre oldular bir anda. 

Sabahın bu saati dediğime bakmayın, reklamcı saatiyle konuşuyorum. Şu anda restoranı açmışlardır ve önce kendi karınlarını doyurmak üzere hazırlık yapıyorlardır. Eski dostları için her zaman iki tabaklık yerleri olur masalarında. 

Arabanın hızını biraz daha azaltıp ZZ Top açıyorum: I'm Bad, I'm Nationwide. Sonra da bir Lucky Strike yakıyorum. Bu Alman mühendislik harikasının üzerinde.

20 Şubat 2009 Cuma

nekahet günlüğü 02

Çok fazla uyumaktan iyice tembelleşmişim. Kahvaltımı yaptıktan sonra yorulup sızıyorum. Joanne'le Mük'ü evine gönderdim. Eğer birine ihtiyacım olursa yan binada Aloe var dedim ama bana güvenmediler. Joanne kendi asistanını getirip bıraktı. Gözümü açtığımda karşımda buldum kızı. Salonda sızıp kalmak pek alışkanlığım değildir ama...

Şu anda karşılıklı iki koltukta oturan ve birbirini inceleyen iki insan olarak sahnemize giriş yapıyoruz. Hiçbir asistan benim Mük'üm kadar süper olamaz. Joanne için de güzel bir asistan seçmem gerektiğini düşünüyorum. Güzellik ve çirkinlik kavramından dolayı demiyorum, belki benim Mük'ten bile güzel olabilir bu kız. Ama, bilmiyorum, 'Joanne'in asistanı' deseler kafamda bu kız belirmezdi. Neyse kız benim kim olduğumu biliyor mu acaba? Hiçbir fikrim yok.

- Ne kadar zamandır birlikte çalışıyorsunuz, diye soruyorum kıza.
- (Düz bir şekilde) İki senedir, diyor, yetmediği gibi işaret ve orta parmağı ile 2 yapıyor.
- (Yaptığı harekete gülüyorum ama) Ne güzel, diyerek gülümsüyorum. Memnun musun bari?
- Çok tatlı bir insan (dedikten sonra sanki yüz kremi reklamında oynuyormuş gibi mimikler yapıyor) umarım daha uzun yıllar birlikte çalışırız.
- Peki bir gün sana gelip 'ben aslında bir uzaylıyım ve bu gece dünyayı ele geçiriyoruz, o yüzden seni yok etmem gerekiyor, odama gel' dese, ne yaparsın?

Uzuuuun bir sessizlik oluyor. Göz bebekleri oynamıyor olsa kızın donduğunu düşüneceğim.

- Cevaplaman daha uzun sürecekse bir kahve alıp geleyim, diyorum.
- Tamam, siz kahvenizi alın gelin, diyor. (Herhalde ben kahve almaya gittiğimde kaçacak)
- Demlenmesini de bekleyeyim mi yoksa instant mı olsun kahvem?
- .....

İyi ki aklıma gelen ilk soruyu sormamışım. Kız göçmen kökenli gibi duruyor ama o soruyu duysaydı etrafında Shantel konseri versek bile herhalde hiçbir tepki vermeden durur ve düşünürdü. (Soru ne miydi? Ah haydi, tüm bunları ücretsiz okuyorsunuz zaten en azından karşılığında biraz kafanızı yorun. Muhtemel sorularınızı kendiniz üretin.)

Salona döndüğümde soruma bir cevap alamadım. O sırada neden Joanne ile iletişimimizi sadece 'cep telefonlarımızdan' sağladığımızı anladım. 
Japon bahçesine geçerek Mük'ü aradım:
- (Fısıltıyla) Mük, tüm ihtiyaçlarını giderdikten sonra buraya gel. Uzakdoğuda bir evlatlığın varsa ve şu anda onunla ilgileniyor olsan bile, yanına onu da alıp gelebilirsin. Yeter ki gel. Seninle aramızda sır olarak kalmasını istediğim şeylerden biri de, bu telefon konuşması. Haydi.

Tüm öğlen evin çeşitli yerlerinde oyalanıyorum. Abuk sabuk telefon konuşmaları yapıyorum. Günlerdir birikmiş mailleri cevaplıyorum. Markete gidip günlük gazetelerin hepsini satın alıyorum ve çöpe atıp yoluma devam ediyorum. Bahçedeki çiçeklerden bir iki tanesini koparıp karşı binada oturan yaşlı komşuma götürüyorum. Orada da canım sıkılınca eve dönüyorum. Salona giriyorum, bakıyorum kız aynı pozisyonda oturuyor.

- Sanırım peki deyip odasına giderdim. Diyor.
- Efendim? Diye soruyorum. (Aradan kaç saat geçmişse artık, ben bile ne sorduğumu unutmuşum)
- Hani bir soru sormuştunuz ya... Diyor.

19 Şubat 2009 Perşembe

nekahet günlüğü 01

His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı, demiş şair.
Doğru demiş.

Güneşli bir öğleden sonra eve gelmek güzel bir his. Ofislerin içinde boğulup yaşamaya çalıştığınızda unuttuğunuz ilk şeylerden biridir bu. Çünkü eğer öğleden sonra evinize geliyorsanız bir sorun var demektir. Öyle değil mi? Öyle olmaması lazım! Kim dedi bu insanların ofislere kilitlenip kalması gerekiyor diye? Şu kendilerini 'kurumsal' diye adlandırılan 'soba kurumu' kadar kafası olmayan şirketler sosyal sorumluluk kampanyalarına bayılıyorlar -hani görünüşte, götlerine bir şey kaçmaması şartı ile- halbuki kendi çalışanlarına çalışma saatleri konusunda birazcık rahatlık verseler tarihin en önemli kampanyasını yapmış olacaklar. Neyse, bu devrimi yaşamaya da az kaldı. Biraz daha sıkın dişinizi, yakında tüm dünya ufak şirketlerden oluşan mini ekonomilere sahip olacak. Ama bakın, azıcık rahatladınız diye burnunuzu başkalarının hayatlarına sokup durmayın. (Kime konuşuyorum ben.)

Kapıda Aloe ile Mik'i görünce mutlu oluyorum. Mik'e hayvanat bahçesinden sivil hayata çıkmış küçük bir maymun gibi sarılıyorum. Mik gülmeye başlıyor bu halime. Onu bırakıp Aloe'ye geçiyorum.
- Sizler sayesinde varım. Diyorum abartılı bir ses tonu ile. Ama çok da rol yaptığımı sanmayın. Beklemediğim anda, beklemediğim kişileri karşımda görünce hayatın ufak mutluluklarının tadını sonuna kadar çıkartırım. Ham hum sesleri o yüzden fazlaymış gibi duyulur yani.

Aloe en çok sevdiğim Alman pastasından almış. Joanne dünyanın en güzel kahvesini, Mik de servisini yapıyor fakat Mük ortadan kayboluyor.
- Mük nerede diye bağırarak evin içinde dolanıyorum. 
- Bir dakika rahat yok mu senden, diye o da bana bağırıyor, banyoda olduğunu anladığım sırada.

Hemen ajansa telefon açıyorum. Sesimi değiştirerek AG'yi bağlatıyorum, 'öleceksin pis kaltak' diye ürkütücü bir tehdit savuruyorum, karşı taraf 'kendine daha farklı sesler geliştirmen lazım JC' deyince telefonu kapatıp 'doğru diyor' diye mırıldanıyorum. Böyle bir cümle kuracağımı sittin sene düşünsem tahmin edemezdim.

Hızlı bir duş alıp aşağıya iniyorum. 
- Dinleme cihazının başındaki adam uğradı mı ben yokken? Diye soruyorum Aloe'ye.

18 Şubat 2009 Çarşamba

come with me

Hastalığın üzerimdeki etkisini kaybetmeye başladığı anları çok seviyorum. Sanki bir süre önce benimle savaşan orduları püskürtmüşüm hissini veriyor bana. Üstelik savaşı kaybettiğimi düşünüp tüm savunma sistemlerimi ücretsiz izine göndermişken. 
Güçlüler her zaman kazansaydı sanırım en ufak hastalık bile insanları öldürürdü. Aynı düşünce ile, büyük ajanslar her zaman kazansa idi dünya çok çekilmez bir yer olurdu ha? Ne? Güçlü ajanslar her zaman kazanıyor mu? Saçmalamayın. Ya da 'saçmalayın' ama gidin üç-beş kitap falan okuyun. Aptal aptal konuşmayın.

Joanne'e 'Hidin' from Love'ı neden bu kadar peşpeşe çalıyorsun bitanem diye sorduğum için bana tokat attı ama tokat atması bile çok sevecen. Mük'ün suratından düşen de bin parça idi. Herhalde uyurken bir şeyler yaptım. Yoksa uykumda abuk sabuk mu konuştum yine? 
- Annen aradı ve rol yapmak zorunda kaldım. Dedi Mük.
- Harika! Sana bunun için Mükemmel diyoruz zaten. Öyle değil mi Joanne?
- Ben sana katlanabildiği için Mükemmel diyoruz sanıyordum.
- Kırıcıyken bile çok tatlısın bitanem.
- Dün gece 'aa her yer kar olmuş, gördünüz mü' diyerek yatağından fırladığında beni ezmesen daha tatlı olabilirdim.

Odanın içinde birazcık geziyorum. Adımlarım normal, ağrı yok, kafa sağlam. Müziğe ihtiyacım var. Gittikçe yükselen bir şey bulmam lazım. Ne olabilir? iPod'u hızlıca kurcalıyorum ve buluyorum bir tane: Come With Me. Puff Daddy. Kulaklıklarımı takıp kapıya yöneliyorum. Hastane koridorlarında bu kadar enerjik bir hasta görmüş müdür tıp tarihi ha? Söyleyin bana.

Dum, tıss, dum, tıss, dum, tıss 
Dum, tıss, dum, tıss, dum, tıss.
Aaah harika bir başlangıç.

Hear my cries, hear my call

Arkamdan bir güç beni çekiyor. Dönüp bakıyorum ve Mük'le karşılaşıyorum. Dudakları oynuyor, sanırım bir şey diyor ama ben duymuyorum. Odayı işaret ediyor bana. İşte ona Mükemmel demek için bir neden daha, dünyanın en gıcık hareketleri listesinde ilk beşe oynayacak hareketi yapmıyor: Kulaklıklarımı çekmek!

Pistol packing,
Itchy finger,
Trigger happy,
Try to trap me,
Bad rap,
Wiretap me,
Back-stab me

Üstümü giymem gerekiyormuş. Ben de hemşireler neden bana böyle garip bakıyor diyordum.

Shit backfired,
But i'm bouncing back.
Orkestramıza arka taraftan güçlü bir nefesli çalgı giriyor.
Fuck my enemies,
Fuck my foes.

Üzerimdekilerin, hastaneye geldiğim günkü şeyler olduğu fikrine nereden kapıldım ki. 

Take your hands off me, 
Give me room to breathe. 
I'm not hearing it,
I'm not fearing it,
I'm up to my ears in it,
Bullshit,
I'm destructive
Some women find that seductive
Some say it's lunacy

Giyinme seansım bittikten sonra kızlara dönüyorum. 'Come with me' diyorum. 
Ah bu şarkının giderek yükselen havasına bayılıyorum. Karaoke gecesinde söylemeyi denemeliyim. Yarın nasıl?

- Dinleniyorsun JC! Diye düet yapıyor kızlar, bağırarak. Bir tanesi çok sevecen, ötekisi de çok şirin. Hangisi kim bilin bakalım.

17 Şubat 2009 Salı

JC'ye notlar

Ben yine Mük.

Bugün Madam De Le Patronaj geldi. Ajanstaki arkadaşlar JC'nin iyileşmesi için iyi dileklerini göndermişler. AJ organize etmiş ajanstakileri. Her biri bir not göndermiş. En uzun not sidik içen çocuğa ait. Şöyle yazmış (ben de böylece öğrenmiş oldum hikayeyi)

'Bundan birkaç ay önce, ajansta çalışmaya başladığım ilk gündü. İşe kabul edildiğim için büyük bir heyecanla gelmiştim ve ajans içinde kimin ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Gözüme ilk çarpan kişi JC bey olmuştu. Kreatif grupla bir ilgisi olmadığını biliyordum ama hangi grup ile ilgisi olduğunu çözemiyordum bir türlü. Müştem grubu ile kavgalıymış gibi görünüyordu ama müştem grubundakiler de ona bayılıyordu. Kreatif gruptakiler ondan çekiniyordu ama yine de seviyorlardı. Bu adam kimdir acaba derken, sebilin olduğu yerde durmuş gözlerini şahin gibi bana dikmiş beni incelerken gördüm. Vampir gibi bardak bardak su içip bana bakıyordu. Sonra elinde iki bardak olduğu halde lavaboya daldı. Birkaç saniye geçmiştir herhalde, bir anda yanımda belirdi: 'Evlat!' dedi bana. Hiç beklemediğim bir anda yanımda belirdiği için korkmuştum. Buyrun JC bey dedim. Evlat derkenki sert ses tonu ona ait değilmiş gibi yumuşak bir şekilde 'Lütfen bana JC de ya da bana JC de lütfen' dedikten sonra tekrar eski ses tonuna dönerek 'elimde tuttuğum bardaklardan birinde sidik var' dedi. Ben daha ne demek istediğini anlamamışken devam etti: 'Şu anda bu bardaklardan birini seçip içmen gerekiyor' deyince şaşkınlığım iki kat arttı. 'Haydi akşama kadar seni bekleyemem, hemen bir tanesini seç ve iç' dedi. Hızlı bir düşünce ile serin olanını seçmeye çalıştım ama ikisi de aynı serinlikteydi. Kağıt bardaklardan bir tanesini aldım elime, tam ağzıma doğru götürürken 'dur' dedi. Durdum. 'Ne olursa olsun o bardağı içecek misin' diye sordu. 'Evet' dedim kararlılıkla. 'Bravo,' dedi 'şimdiye kadar sidiği içtikten sonra düşünce şeklini değiştirmesi gerektiğini öğrenen bir sürü insan oldu burada' dedikten sonra 'haydi iç şimdi' dedi. İçtim. Suydu içtiğim. 'Teşekkür ederim güvenin için' dedi gülümseyerek. 'İkisi de su idi, merak etme' deyip bana bu testi sidik dolu iki bardak arasında yapabilecek tek kişi olduğunu söyledi ve onun da burada çalışmadığını söyleyip gitmişti. O günden beri JC'ye kanım kaynamıştır. Fazla yüzgöz olmayı sevmez ama her zaman beni şaşırtan bir insan olmayı başarmıştır. Çabuk iyileş ve aramıza dön JC.'

Bu yüzden mi ona sidik içen çocuk diyor yoksa çocuğun adını hiçbir zaman aklında tutamadığı için mi merak ediyorum.
AJ'nin notu:
Evlat, haydi artık takımı kurmamız ve çalışmaya başlamamız lazım. Kaldır kıçını ve buraya gel.

AG'nin notu:
Ölmeyeceksen söyle de şu bahsi kapatayım artık. Kimse para yatırmıyor bu bahse. Zaten bana hiçbir faydan yok. Müşterilere eski sevgilim olduğunu söylüyorum. Umarım senin için mahzuru yoktur. Hahahaha.

Boyalı BB'nin notu:
JC'ciğim lütfen iyileş ve aramıza dön artık. İşbitiricimiz olmadan yürümüyor işler. Ne demek istediğimi anlarsın.

Büyük Patron'un notu:
Yıllardır bir kere bile hastalık izni kullanmadın da şimdi hepsini mi kullanıyorsun? İkinci bir asistana ihtiyacın varsa bana söylemen yeterli. Fikrini almam gereken birkaç iş var. İşten kaçacağını hiç düşünmezdim. Gaza gelmedin mi hala?

Bir not da benden olsun:
JC, kaç gündür evdeyiz, canım sıkıldı artık. Ofise gidip sıradan abuk sabuk günleri yaşamak istiyorum. Söz veriyorum sana daha fazla yardımcı olacağım. Haydi kaaaaalk.

Madam De Le Patronaj bir süre takılıp gitti. O gittikten sonra JC'nin gözleri hafiften açıldı ve:
- Burada ne işim var benim. Çıkarın beni buradan. Diye bağırdı bana. Joanne lavabodaydı o sırada. Zaten benden başka kimseyi fırçalamıyor bu herif. Off bıktım senden JC.

16 Şubat 2009 Pazartesi

bryan adams'ın iyileştirici gücü

Ben yine Mük.

Bugün JC arada bir uyanıp abuk sabuk cümleler kurdu. Joanne ile birbirimize JC ile ilgili hikayeleri anlatırken 'ben sana demiştim, değil mi CD' diyerek kendi kendine konuşmaya başladı.
iPod'undan Bryan Adams şarkıları çalmaya başladım yine ona. Ironik bir biçimde 'Thought i'd Died and Gone to Heaven' çalmaya başladı shuffle'da. Joanne'le birbirimize bakıp gülümsedik. JC'nin bize aktardığı pozitiflik olsa gerek bu.
'Is Your Mama Gonna Miss Ya' çalarken JC uykusunda gülümsemeye başladı. 
- Dalga geçmeyin benimle, hadi ama. Dedi.
Bir süre sonra 'deprem mi oluyo' diyerek hareketlendi. 
Joanne yanağını okşayıp sakinleştirdi. 
- Hidin' From Love var mı onların içinde, diye soruyor Joanne. O şarkıyı dinleyince çok mutlu oluyor.
Bakıyorum, var.
Gerçekten de onu dinlettiğimde tatlı bir çocuk gibi gülümsüyor uykusunda.

Bazen JC'nin en hassas konularda bile bizimle dalga geçtiğini düşünüyorum. Doktorlar da nesinin olduğuna dair tam bir şey söyleyemediler bize. 'Aşırı stres' deyip geçmiyorlar mı 'bu cümleyi kurmak için mi eğitiyorlar sizi, gerizekalılar' diyerek dövesim geliyor şu hergeleleri.

Zorlu bir kahkaha atıyor JC. 'Uyuştu oram, uyuştuuu' diyor gülerek.
- Neren uyuştu bitanem, diye soruyor Joanne ama bunların daha çok monolog olduğunu düşündürtüyor JC. Hiçbir soruya cevap vermiyor. Kendi kendine konuşuyor.

Neyse ki odada ağır bir hava yok. JC hasta yatağında bile eğleniyor gibi görünüyor. 

JC yeter artık, kalk şu yataktan, ben ofise gitmek istiyorum seninle. 

15 Şubat 2009 Pazar

halen hastanedeyiz

Ben Mük.

JC ağrı kesicilerle yüklenmiş bir halde yatıyor. Joanne'e söylemek zorunda kaldım, çok kızdı bana hemen söylemediğim için ama o kadar sevecen bir kızışı var ki... 

Çok uzun süre olmadı aslında JC'yi tanıyalı ama nedense ailemden birisi hastalanmış ve hastanede yatıyormuş gibi üzgün hissediyorum kendimi. Kulaklıklarından biraz Bryan Adams dinlettim ona uyurken, hafiften yüzü güldü.
  
Umarım çok ciddi bir şey değildir.
Lafı daha fazla uzatmadan Joanne'le vakit geçireyim ben. Onun için de çok zor oldu. Canım benim. 

JC lütfen iyileş.

14 Şubat 2009 Cumartesi

ağrılar yeniden

Ağrılarım yeniden tuttu. Yerimden kalkamadım.
Mük doktoru aradı ve oraya gitmemiz gerektiğini söyledi.
Ayağa kalktığımda tekrar oturmak zorunda kaldım.
- Joanne'e söyleme bir şey, dedim, nasıl bir güdüyse. Sanırım bir iki saat içinde eve döneceğimizi düşündüm.

Hastaneye giderken yolda 'beni rahat bırakın' diye bağırdım karşıma çıkan herkese. Bir tanesi 'bana ne bağırıyorsun, ben de senin gibi hastayım' dedi.

Bu sefer 'ben hasta değilim' diye bağırmaya başladım.

Sonra güzel bir ilaç verdiler. Uyuya kaldım. Harikaydı.

12 Şubat 2009 Perşembe

Mük meselesi

Joanne şehir dışı gezisinden döndüğünde Mük'le birlikte alışverişe gidiyorlar. Beni yanlarına almamalarının ardında sinsi sebepler arıyorum.
- Beni burada bırakıp birlikte kaçacaksınız değil mi? Diyorum.
- Bu Mük denilen kız tüm kadınlarımı alıp götürecek elimden! Diye cıyaklıyorum (elbette taklit yapıyorum yoksa böyle bir korkum olduğundan değil.)

Ayrıca Mik'in de öyle olduğunu öğrendim. Evet, ne var bunda? Adam harika bir kadın bulmuş ve iş hayatında bunu gizlemesi gerektiğini düşünerek evlenmiş(!). Aloe'yle nasıl tanıştıklarını soramadım Aloe'ye. Mik'e sorsam, benim çok şey bildiğimi düşünerek beni öldürmeye kalkar mı acaba? 
Ah evet, çok paranoyak duygular içine giriyormuşum gibi görünüyorum ama hayır, hayat çok güzel.

Mük'ün sadece kızlara ilgi duyduğuna inanmıyordum ilk başta ama nedense bu hikayeye bir tane bile erkek karakter girmiyor, telefon defterinde neredeyse hiç erkek yok ama benimle neden bu kadar rahat olduğunu merak etmiyor değilim. Harika bir insanım tabii ki. Ondandır. Üstelik birlikte çalışması çok eğlenceli biriyim. Farkındayım. Hayır. CV'nizi falan yollamayın bana. İşe alma kısmına Boyalı BB bakıyor. Painted BB. Hahaha.

Koskoca bir arabanın bagajını doldurmuş halde eve geliyorlar. Kapıda karşılıyorum onları:
- Market arabalarına sığamayan çiftleri gördüğümde evin bir yerinde pamuk prenses ve yedi cüceleri gizlediklerini düşünürdüm hep. Diyorum.
- JC masal anlatacağına yardım eder misin, diye bağırıyor Mük.
Patronuna bağırabileceğin kaç tane iş dalı vardır ki? Ah, istifa ettikten sonraki bağırmanı demiyorum şapşal kafalı. Elbette vardır ama ben legal sektörlerden söz ediyorum. Ne? O da mı legal sektör? Ne zaman oldu? Bu arada senin kafan sırf bel altına çalışıyor evlat. Git bir reklam ajansında ya da PR ajansında çalış!
- Ben yardım edemem, hastayım. Dinlenmem gerekiyor.
- Hasta falan değilsin, diye bağırıyor Mük.
- (Ben de bağırma taklidi yaparak) Bana sevgilimin yanında bağırma pis sürtük! Diye bağırıyorum. O sırada karşı komşum olan yaşlı hanım posta kutusundan aldığı katalogları ile evine doğru giderken duydukları karşısında irkiliyor. El sallıyorum ona. El öpme pandomimi yapıyorum. Benim manyak bir insan olmak ile iyi bir insan olmak arasında teleferik seferi yaparmış gibi gidip geldiğimi düşünüyorlar. Ah düşünsünler. Sonuçta ben iyi biriyim. Joanne'imin elindeki eşyaları alıp mutfağa kadar taşıyacak kadar iyi, elindekileri düşürmesi için Mükemmel Asistanıma çelme takıp düşürecek kadar kötü bir insanım.
- Sarımsak aldınız mı? Diye soruyorum.
- Zıkkımın kökünü ye JC. Diye bağırıyor Mük.
- Çok aksisin bugün. Dün akşam hiç de öyle değildin sevgilinin yanında. Üstelik beni kıskandırma malzemesi olarak kullanmaktan da bir saniye bile çekinmiyordun. Diye bağırıyorum. Evin içinde olduğumuz için sesin dışarı çıktığını sanmıyorum ama eğer evin içinde gerçekten bir dinleme cihazı varsa, beni dinlemekle yükümlü bu adamın postacı kılığında kapıma kadar gelip beni görmek istediğini düşünmüyor değilim.

- İkiniz de kapayın çenenizi ve mutfağımdan defolun. Diyor Joanne. Ama o kadar sevecen bir şekilde söylüyor ki bunu, bir saniye sonra ikimize de sarılıp 'canlarım beniiiim' diye gönlümüzü alacak kadar şefkatli duruyor. 
Bir saniye duruyorum. Böyle bir şey olmuyor. 
Mük'ün üzerindeki tek sağlam duran kıyafet olan kısacık kot şortunun belinden tutup onu salona doğru çekiyorum. Kolunu omzuma atıyor. Sanki az önce bağırışıp çağrışan insan evlatları biz değilmişiz gibi kardeş kardeş salona geçiyoruz. Koltuğuma oturuyorum.
- Özür dilerim JC, diyor bana. Sonra babasına sarılan bir kız çocuğu gibi gelip bana sarılıyor. Öylece kalıyor.
- Bir şey değil evladım, diyorum. Arada olur böyle şeyler.
- Büyüksün Orhan Abi, diyor bana.
Joanne geliyor birazdan yanımıza. Mük'e 'hey hey, bana da bırak biraz ondan' diyor ve öbür yanıma da o uzanıyor. İkisi de bana sarılmış halde duruyoruz. O sırada televizyonun yanındaki koltukta bir şey üçümüzün de dikkatini çekiyor: 
- JC, şu televizyonun yanındaki şey bir jartiyer askısı mı?

Ah Salvation Army gelse de şimdi şunu oradan alsa.
- Evet diyorum, French Maid Army buradaydı dün gece. Alkolü fazla kaçırmışlar herhalde.

10 Şubat 2009 Salı

gözyaşı

YesName enteresan bir yer. Eğer canınız sıkkın giderseniz, oradan çıktığınızda kendinizi daha da boktan hissedersiniz. Keyfiniz yerindeyken giderseniz, yine keyfiniz yerinde çıkarsınız. Hatta bir de osuruktan bile eğlenme potansiyelinizi dışarı çıkartmış olarak atarsınız kendinizi dışarıya.

Mükcüğümle birlikte, kafa dinlemeye gidelim diyoruz. İçeride Jan Garbarek çalıyor yine. Benim keyif durumum nasıl bilmiyorum ama Mük'ünkü fena değil. Eh, ben de ona bakarak keyfimi toparlıyorum. İyiyim, iyi, merak etmeyin.

Gözyaşı diye bir içkisi var buranın. Her seferinde ondan içiyorum. Hangi karışımlar ile yapıldığına dair en ufak bir fikrim yok. Şimdiye kadar 'her içkiyi tanırım' diyen insanlar bile çözemedi bunun ne olduğunu. Ben de çok fazla sorgulamıyorum. Dünyanın en harika yeni içecek formülü bu olabilir ve onları yeni bir Coca-cola yaparak bu güzel semtten kaçırmak istemiyorum. 

- Her zamankinden. Cat size.

Buranın tavanları da enteresan. Her bakışınızda farklı bir ayrıntı yakayabilirsiniz. Çok karmaşık işlemeleri olan tarihi bir esere bakıyor gibi oluyorsunuz. Ya da sizin adınıza konuşmayayım, ben öyle oluyorum en azından. 
Arada bir, buranın nasıl para kazandığını ve kendisini döndürdüğünü merak etmiyor değilim ama dedim ya, akıllarına karpuz kabuğu getirip global bir marka olmalarını istemiyorum. Böyle iyiyiz. Jan Garbarek de gelmişti bir kere buraya. O gece de buradaydım. Kendi çaldığı müzikten sıkılmış gibi görünmüştü gözüme. Belki de yorgunluktandır. Ah, ne önemi var.

Kendimi iyi hissediyorum. Dinlendiğimi hissediyorum. Kafamda hiçbir şey yok.

Fakat bu yazma açısından hiç iyi değil. Biliyorum. Size anlatacak hikayem olmuyor. Tüh tüh.

8 Şubat 2009 Pazar

çakma hefner veya hefner kuramı

Yataktan kalktığında çalmaya başlayan bir Praise You'nun seni bu kadar heyecanlandırabileceğini bilir miydin? 
Ben bilmezdim. Reklam kadar üzerine sık 'işenen' bir konunun da insanları bir o kadar heyecanlandıracağını bilmezdim. 

Praise You danslarımı yaparak lavaboya doğru gidiyorum. Dün gece yatmadan önce salondan Mük'le fıstığının bağırış ve çağırışlarını duyuyordum ama iplemiyordum. Salonda Mük yine aynı yerde yatıyordu. O fıstık gibi kız da karşısındaki koltukta yatıyordu. Joanne şu şehir dışı gezisine gitmek zorunda kalmasaydı, ben de dün gece kendimi üst kata kilitlemek zorunda kalmazdım.
- Dışarıdan bakıldığında ne kadar da güzel bir hayatım var, deyiverdim kendi kendime. Baksana, sağım solum 'estetik harikası' veya gerçek estetik harikası kızlarla dolu. Hugh Hefner falan sanılabilirim ama işte... Sadece güzel bir fotoğraf karesi olabilir.

Aynanın karşısına geçip en karizmatik gülüşümle kendime baktım. Biliyor musunuz aynanın karşısına geçip kendi kendine gülümsemek ve kendini izlemek kadar zevkli ve fakat bir o kadar da başka insanların bunu yaptığınızı görmemesi gereken bir şey var mıdır bilmiyorum. Evet, başka insanların görmemesi gereken şeyler olduğu fikrine katılıyorum. Ah tamam, belki de sadece Joanne'nin bu aptal anlarımı görmesine göz yumabilirim. Yumdum bile gözümü.

- Sabahları böyle mi kalkarsın sen hep? Diye bir ses geliyor arkamdan. İrkilme taklidi yaparak dönüyorum. Karşımda Mük'ün eski fıstığı dikiliyor. Görmemesi gereken sahneyi görmüş olsa gerek. 
- (Konuyu değiştirerek) Evet. Sabahları bir müzik eşliğinde kalkıp, müziğin bana verdiği dansı evin çeşitli yerlerine saçarak lavaboya gelmeyi severim. Enerjiyi çevreye püskürttüğüm gibi, içeriye dağılmış olan enerjiyi de toplarım.
Size şunu da söylemem gerekiyor ki sevgili okurlarım, sabahın köründe uykudan yeni kalkmışken bile güzel görünmek zor iştir. Elbette Joanne de öyle. Karşımda dikilen Mük'ün eski fıstığı da öyle. Mük de öyle. Sanırım Hefner kuramım gerçek. Kuram gerçekse, gerçek de bir kuram mıdır? Al işte, yine düşüncelere daldım ve bir sonraki repliğimin ne olacağına dair düşünmeyi bıraktım. Spontane yaşıyorum bu hayatı. 

- Boyalı BB'yle çok fazla takılıyorsun sen galiba. Diyor Mük'ün eski fıstığı ve ben düşüncelerimi bile unutuyorum.
- Boyalı BB mi dedin sen? Nereden biliyorsun onu bakayım, diye soruyorum.

Bir off çekip lavaboya ilerliyor. Kenara çekiliyorum ve yüzünü yıkayıp aynadan kendisine bakmasını izliyorum. Ama herhangi bir gülümseme yok. Ağzını açıp, dilini dışarı çıkartıp, dişlerine de bakıyor. Arkamda Mük belirip de:
- Günaydın JC. Diyene kadar bakıyorum.
Mük'ün neden belime sarıldığına dair bir fikrim yok. Şu anda dışarıdan görünen fotoğrafa göre ben Mük'ün erkek arkadaşı oluyorum, karşımızdaki fıstık kim, onu bilmiyorum.

- Siz tanışmıyor musunuz? Diye soruyor Mük.
- Nereden tanışıyor olabiliriz ki, diyorum.
- Aynı ajans olabilir mi? Diye 'duh?' bakışına sokuyor kendisini Mük'ün eski fıstığı?
- Aynı ajans mı? 
Eskiden çalıştığım ajanstan bahsedildiği fikrine kapılıyorum nedense. 
- MLFO?
- Ama orası benim şu anda çalıştığım yer diyorum karşımdakini enayi yerine koyan bir ifade ile.
- Ben demiştim sana Mük, diyor ve banyoyu terk ediyor.

Mük kolumu çimdikleyip 'bravo sana JC' diyene kadar kızı nereden bilmem gerektiğine dair hiçbir fikrim yok. Meğerse kız bizim ajansta çalışıyormuş. Hani asansörde karşılaşıp da 'diğer ajansların kızları' diye düşündüğüm kızların bir kısmının bizim ajansta çalışıyor olduğunu nereden bilebilirim ve düşünebilirim ki? Düşünecek ve bilecek daha çok şeyim var benim. Lütfen. Mük, acıtıyor mıncıklaman yeter artık. Ayrıca belime dolanarak beni bir 'kıskandırma' malzemesi olarak kullandığın için kendimi kullanılmış hissediyorum. Cezalısın.

Öğle yemeğine kadar kendimi dünyanın en abuk videolarını seyretmeye veriyorum. Kimlerle konuştuğumu bilmeden birkaç telefon görüşmesi yapıyorum. Arada bir salondaki sessizliği merak ediyorum. Sonra Mük'ün ortaya çıkarttığı arşivimdeki videolara bakıyorum. Maillerime bakarken Madam De Le Patronaj'ın akşam kızları toplayıp bana gelmek istediğini öğreniyorum. French Maid Army için yiyecek bir şeyler var mı acaba evde diye düşünürken Aloe Vera ile Mik'in benim eve geldiğini görüyorum. Onları kapıda karşılamak için aşağıya iniyorum. Kapıyı açtığımda sadece Aloe Vera'nın geldiğini görüyorum.
- Mik nerede diye soruyorum.
- Sana anlatacaklarım var, diyor ve içeriye giriyor. 
- Akşama French Maid Army gelecek buraya, sana da lazımsa bir iki tane göndereyim, diyorum sırıta sırıta.
Hafifçe gülümsüyor. Çok ağır bir kız aslında bu Aloe. Ağır belki yanlış bir kelime oldu: Bir kraliyet ailesinin kızı gibi hareket edip davranan biri. Bu şekilde davranan bildiğim tek kişi Joanne'di ama Aloe de bu kıvama yakın davranıyor. 
- İyi olur. Mik arkadaşlarıyla takılmaya gitti. Diyor.
Japon bahçesine geçmeden önce mutfakta bir şeyler hazırlıyoruz. Mük de geliyor. 
- Eski fıstığın mı hâlâ yoksa yine yeni mi oldu? Diye soruyorum.
- Bilmiyorum JC, diyor. Bilmiyorum.
Aloe merak ediyor tabii konuşmamızı.
- Kim? Diye soruyor.
Kapıda Mük'ün eski fıstığı beliriyor:
- Merhaba, diyor Aloe'ye.

Bu kız devamlı bir hayalet gibi sahnelere girip duruyor ya, dur bakalım, neler olacak. Ben de merak ediyorum.

7 Şubat 2009 Cumartesi

kreatif direktörün biri

Boogie'nin fıkralarının çoğu 'kreatif direktörün biri...' diye başlıyor. CD buna kıl oluyor ama çaktıramıyor
Bundan yıllar önce ajansa yeni geldiği zamanlar, nasıl bir tepki ile karşılaşacağını hesap etmeksizin 'kreatif direktörün biri, bir gün Toscani'ye gidip bağırmış: Aşşağılık herif ekmeğimizle oynamayı bırak artık' fıkrasını maille ajans içine yaymıştı. O zamanlar insanlar 'daha az tahammülsüzmüş' herhalde veya 'tahammüllü rolü' yapmıyorlarmış ki, ajans içinde minik bir kriz masası kurulmuştu. İşe yeni alınmış bir hippinin böyle bir fıkra ile CD'yi kıl etmek için nasıl bir cesareti olabilirdi!
Büyük Patron o zamanlar da günde üç öğün sakinleştirici madde alıyormuş gibi, attığı kahkaha sebebiyle gözlerinde oluşmuş yaşı silerken 'ne var bunda, harika bir fıkra' demişti. Büyük Patrona içim ısınmıştı.

Hayatı ve işleri bu kadar fazla ciddiye almanın alemi yok tabii. Ayrıca bu CD'ler 'kreatif olsunlar, geniş kafalı olsunlar, rahat olsunlar, sıradan insanlardan farklı olsunlar' diye işe alınmış hergeleler oluyor. Daha önce demiştim, en iyi kreatif direktörler ajans içinde başka işlerle uğraşanlardır veya hiç bu işlere bulaşmamış insanlardır. Dünyanın en iyi buz hokeyi oyuncusunun Karadeniz'den çıkma ihtimalini de göz ardı etmeyin. Dünyanın en iyi futbolcuları sadece Brezilya'dan çıkmıyor heeey!

Acıktığımı hissediyorum bir an. Mük'ten bir sandviç yapmasını istiyorum. Enfes bir şey yapıp getiriyor:
- Damak tadın yok ama yaptığın şeyler lezzetli oluyor.
- Anahtar kelime: Terzi.
- Oldu mu bu şimdi?
Sadece gülümsüyor. İnsanların bu kıza çabucak kaynamasının sebebi gülümsemesinde gizli olabilir. İncelemeye almak üzere kafama not edip sandviçimi ısırıyorum.
Damak tadı olmadığını sadece bir sarımsaklı yoğurtlu makarnayı yemediği için ortaya atan bendim. Kitabın kapağına bakıp 'bu bir dergi' demek gibi bir şey oluyor benim yaptığım.
Mük lavaboya gidiyor.
Kapı çalıyor.
Açıyorum ve karşıma fıstık gibi bir kız çıkıyor.
- Buyurun sizi Madam De Le Patronaj mı yolladı? Diye soruyorum.
Fıstık gibi suratı olan kızlar bile alınlarını kırıştırıp 'hö?' diyen bakışlarına büründüğü zaman 'az fıstık' olabilir - dikkatinizi çekerim 'çirkin' demiyorum, bu kıza 'çirkin' diyen kişi bir puff ile Cartman'a benzer- ama bu o haliyle bile 'az fıstık' değil. 
- Öyle duracak mısınız orada? Bakın, ben sizi tanımıyorum bu yüzden de çocuk benden olamaz tamam mı? Konu kapanmıştır, iyi günler. Diyerek kapıyı kapatırken...
- Sen JC'sin değil mi, diyor.
- Evet. Diyorum kapıyı sadece burnumun sığacağı kadar bir aralığa indirmiş haldeyken.
Mük beliriyor o sırada arkamda:
- JC ne yapıyorsun sen? Deyip kapıyı açıyor ve bu fıstığı görünce onun da dizlerinin bağı çözülüyor.
- (Fısıltıyla Mük'e dönüp) Bunu görmemen lazımdı. Diyorum.
- Evet, görmemem lazımdı deyip kapıyı kapatmaya yeltenirken kız bir anda içeriye dalıyor. 

- Seni seviyorum, diyor.
Kıza dönüp 'en azından birazcık tanışsaydık' diyorum.
- Sana demiyor salak! Diyor Mük.
- Ama hayatım, buradaki en yakışıklı erkek benim. Bana diyor olsa gerek. Çocuk benden olamaz tabii.
- Lütfen birazcık konuşalım, diyor Mük'e.

Ben anladım. Çevir sesini duydunuz, arama yapabilirsiniz artık.

- Şey, benim Japon bahçemi çapalamam gerekiyor. Diye açıklama yaparak kaçıyorum oradan. Mük'e bakıyorum giderken, Türk filmlerinde erkeğine küsüp sırtını dönmüş ama sahneyi terk etmeyen kadın rolünde.
- Bana ihtiyacınız olduğunda küvet hazır demeniz yeterli, deyip holü terk ediyorum.

Ne diyordum? Haa Boogie. Boogie'ye bir fıkra anlatacağım: 'Kreatif Direktörün biri bir gün bir başka Kreatif Direktöre nereden geldiğini sormuş. Öteki pis sakallarını sıvazlayıp 'tanımazlıktan geliyorum' demiş.
Birkaç gün ajansa gitmeyince özledim be keratayı.

5 Şubat 2009 Perşembe

ev

Evde oturmaya fena alışıyorum galiba. Üstünde ne olduğunu umursamadan oturduğun bir başka yer olabilir mi?

Büyük Patron merak etmiş nasıl olduğumu. Sabah uğrayıverdi. Patron geldiğinde Mük uyuyordu. 
- Görüyor musun Patron. Diye soruyorum. Benim amacım 'gambazcı çalışan rolü oynamak' fakat sanırım o bambaşka bir şey anlıyor.
- (Fısıltıyla) Kim bu? Diye soruyu bana gönderiyor.
- Boşver. Diyorum.

Şu meşhur Japon bahçemi merak ediyor. Ona orada bir kahve ısmarlayabileceğimi söyleyerek bahçeciğime götürüyorum. Bayılıyor. Bu adam, yirmi dört dönüm arazi üzerine bu bahçenin gerçeğini dikip iklimlendirme yatırımlarını bile yapabilecekken, benim ufacık bahçeciğime bayılıyor.
Harika değil mi? Değil. Anahtar kelime: Tembellik. Kendisininkini yapmaya uğraşacağına başkasının ufacık şeysine bayılmaca. Ahh. Bu davranış bana çok tanıdık geliyor nedense. Neyse, uzatmıyorum konuyu farkındaysanız.

Madam De Le Patronaj arıyor bizimkini. Çöreğini istiyor kızdan. Kız taksiye atlayıp getiriyor benim eve kadar. Bir tanecik çörek! 
- Patron, diyorum, bir tanecik çörek için kıza benim adresimi öğretmenin alemi var mı?
- (Beni dinlemiyor bile) şuradaki şey Bonzai mi diye soruyor.

Elbette Bonzai! Moshi moshi: Burası benim çakma Japon bahçem diyorum.

Birazdan kapı çalıyor. Madam De Le Patronaj, elinde çörek ile kapıda beliriyor.
- Günaydın Jeysiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii (İ'leri uzatmayın lütfen, zaten sabah ve ereksiyona geçiyorum sonra.)
- Günaydın French Maid'im. Bana ne getirdin?
- Sana da kurabiye getirdim. Diyor.

İçeriye alıyorum ama o Büyük Patron'dan çok evin içini inceliyor. Salonda uyuyan Mük'ü görünce fısıltıyla 'aaa şuna bak' yapıyor.
- Ev güzelmiş, diyor.
- Akşama partiye getir tavşan kızlarımı diyorum.
- Pis çapkın, diyor. (Neden herkes bana pis çapkın diyor?)
- Grrr, diye mutlu kedi taklidi yapıyorum.

Büyük Patron'un çöreğini veriyor. Kahvesini içmesini bekliyor. O sırada gidip Mük'ün üstünü örtüyor. Tam yanından ayrılacakken Mük uyanıyor. Minik bir çığlık atıp 'JC, neden bunların geldiğini söylemedin bana' diyor. Ben de 'söyledim ama uyuyordun' diyorum. Sonra da ekliyorum: 'Salonda yatacağın zaman bile, neden pijama giymezsin ve üzerindeki her şeyi çıkarırsın diye merak ediyorum.'

O sırada Büyük Patron salona girip 'Aaa orada yatan Mükemmel Asistanınmış, ben de kız arkadaşın sanmıştım' diyor.
- Evet patron, diyorum, kız arkadaşlarımı salonda yatırmak gibi bir adetim vardır. Acaba bu yüzden mi bekarım?
Kahkaha atıyor ve Madam De Le Patronaj'a dönüp:
- Haydi gidiyoruz. Diyor.

Kapıyı kapatıp salona döndüğümde Mük'ü bikiniyle görüyorum. Bu bikiniyi nereden bulduğunu bile sormama fırsat kalmadan:
- Haydi havuza gidelim, çok sıkıldım evde oturmaktan, diyor.
- Tamam, diyorum ve evden çıkıyoruz.

4 Şubat 2009 Çarşamba

kahrolsun faşizm

Televizyonlar işin bokunu çıkartmaya yatkın mecralar olduğu için onları suçlayamayız.

Mük ile yanyana oturmuşuz TV seyrediyoruz. 

- Elton John'un Nikita klibinde duvarda gözümüze ilişen 'kahrolsun faşizm' yazısını yazan kişiyi bulduk sayın seyirciler.

Mük'e bakıyorum. El tırnakları ile meşgul. Kaşlarını çatmış, tırnaklarına zoom yapmaya çalışıyor.
- Ben asıl neyi merak ediyorum biliyor musun Mük?
- Neyi merak ediyorsun JC?
- Phil Collins'in Both Sides albümünün teşekkürler kısmında Winona Ryder'ın isminin ne aradığını.
- Hı hıı.

Hepimizin merak ettiği bir şeyler oluyor. Herifin neden 'kahrolsun faşizm' yazdığını merak etmediğim için kanalı değiştiriyorum. Reklamlara rastlıyoruz ve o kanalda kalıyoruz. 
- Ben neyi merak ediyorum biliyor musun JC?
- Neyi merak ediyorsun Mükcüğüm?
- Reklamdan tiksindiğinde bile nasıl İbranice bir reklamı gözünü hiç ayırmadan seyretmeyi becerdiğini.
- Hı hıı.

Bazen çocuk gibi olduğumuzu düşünüyorum. Fena mı? Hiç de bile. İnsanlar çocuk gibi olabilmek için üstüne para veriyor! Bizde default.

3 Şubat 2009 Salı

chillin'

Sarımsaklı güzel bir makarna yedim. Ah. Sabah kahvaltısında bile yiyebilirim bu mereti.
- Bak Mükcüğüm. Şimdi benim yediğim sarımsak seni neden rahatsız ediyor? Bana bir metreden fazla yanaşmıyorsun ki.
- Kokuyor JC, kokuyor. Anlamıyor musun?
- Peki o zaman sen git Japon bahçesinde otur.
- Ben eve gitsem?
- Olmaz. Hastabakıcımsın. Boyalı BB'ye işten kaçtığını da hiç çekinmeden ihbar ederim.
- İşim sensin yani.
- İş mi atıyorsun?
(Yastığı kaptığı gibi fırlatıyor bana.)

Yastığı kaptığın gibi patronuna fırlattığın başka bir iş dalı var mıdır? [Evet, vardır. Niye tadımızı kaçırıyorsun ki sen?]
- Dua et ki kız arkadaşım gelecek. Şu kokuna ancak öyle katlanabiliyorum.
- Evde bir dinleme cihazı olsa, aletin başında bizi dinlemekle görevlendirilmiş adam ne diyecek biliyor musun şimdi?
- Yazık kıza diyecek, ne diyecek ki?
- 'Bunlar koyun koyuna yatıyorlar ve kız adamı bir başka kadınla aldattığı gibi hiç utanmadan bunu suratına da söylüyor' diyecek!
- Altta da Eric Clapton çalıyor değil mi?
- Evet. Harika bir kombinasyon!

Tüm gün ne mi yaptık? Gün Joanne'in gitmesi ile başladı yine. Mükemmel Asistanıma dünyanın en iyi makarnasını yaptıktan sonra Mük'te 'damak tadı' denilen şeyden bir gram bile olmadığını anladım. 'TRT arşivlerini ne zaman soydun' suçlaması ile karşılaştım. Mark Knopfler'ın bir motorsiklet markası olmadığını ona anlatırken bana numara yaptığını anlayıp bir güzel patakladım. Bunların ardından bana 'hadi The Secretary filmini seyredelim' dediğinde içine düştüğüm tuzağın farkına vardım ve kız arkadaşı ile arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladım. Daha da ileri giderek kendisine 'dayaktan hoşlanan pis dayk' dedim ve ağlamaya başladıktan sonra bunun da bir numara olduğunu ve markete kadar yalın ayak giderek bana orada bulduğu bütün gazeteleri alma cezası verdiğimi çığırdım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra gerçekten ağladığını görüp, özür dileyip, beni tanımıyor musun ne kadar fazla şaka yaparım diye üzüntülü sesimle af diledim.
Sonra o da benim yaptıklarımdan dolayı değil de, içinden geldiği için ağladığını, bana hiçbir zaman darılmadığını ve darılamayacağını söyledi.

Şaka ile hayatın da sıcak ile soğuk gibi birbirinden çok farklı kavramlar olmadığını düşünürdüm. Bunları yaşadığım sırada yine aynı şeyleri düşünüyordum.
- Ağlaman bittiyse yalın ayakla markete kadar giderek bütün gazeteleri alıp buraya gelme cezanı uygulamak zorundayım. Dedim.

Sanki üç saniye önce hüngür hüngür ağlayan kendisi değilmiş gibi, yüzünde ciddi bir ifade pencereye giderek 'bu yağmurda neden yalın ayak gideyim' diye sordu. 
- Çünkü, dedim, çünkü ceza biletlerim çok az ve onları kestiğim zaman uygulanmasını görmek isterim.
Tam dışarıya çıkarken kolundan yakaladım:
- Şaka yapıyordum şapşal, dedim. Bırak, insanlar o salak kağıt parçalarını okuyup 'hayattan haberdar olduklarını' zannetsinler dedim.

Herkesin bayıldığı manken kız gelene kadar peşpeşe 35 defa Eric Clapton'ın Layla'sını dinledik. Hem de Unplugged! 

Sonra Joanne geldi, Aloe Vera ile Mik geldi ve gece geç saate kadar yeme, içme, sohbet etme. 
Gecenin sonunda herkesin bayıldığı manken kız, Aloe Vera'ya dönüp:
- Benim ayak bileklerim çok ince, seninkiler ne kadar güzel. Dedi.

Kızları kendi aralarında sohbete bıraktığımda Mik salonda koltukta sızmış uyuyordu. Ben de Japon bahçeme geçerek salonda kızlarla sohbet etmekte olan Joanne'imi izledim uzaktan.

Elime bir hoh'ladım. Sarımsak kokuyordum.

2 Şubat 2009 Pazartesi

rapor veriyorum

Mük'e not: Afferim kız. Bana sıradan adam da demişsin. İyi yazıyormuşsun sen. Yazar mı yapsak seni yoksa? Hahahaha.

Günü evde geçirmek harika bir şeymiş. Hele ki bir de Mükemmel Asistanınız kaprisler yapmayıp 'tabii ki evden de çalışabiliriz' gibisinden bir kıyak yaparsa size. 
Sabah telefon konuşmalarım ile ajansta neler olup bittiğini kontrol etmek de ayrı bir zevkti. Bilhassa, sesimi değiştirerek AG'yi arayıp ona sahte konkur haberleri verip konkura davet ettikten sonra sandalyeden düşmesini sağlamak büyük bir zevkti. Ardından CD'yi arayıp 'eski kız arkadaşlarından birinin' erkek arkadaşı olduğumu belirttikten sonra onu ilk gördüğüm yerde mıhlayacağımı belirtip 'kreapiç direktör seni' deyip telefonu suratına kapatırken özür dilediğini duymak şeytani bir zevk verdi bana. Telefon eğlencem tam CJ'yi arıyorken Mükemmel Asistanımın, ajanstan kaybolduğum gün ajans içinde çeşitli kişilere bu kadar fazla şüpheli telefon gelmesinin dikkatleri üzerime çekeceğini belirterek (akıllı kız) durdurması ile son buldu.
- CJ'yi aradığımda 'naber dostum' diyeceği için ağzına sıçacaktım ve arayanın ben olduğunu bilecekti ama yaa.

Kara Şimşek'in daha ilk sezonunda sıkılmaya başladım, yine dayanamayıp (bu sefer JC olarak) ajansı arayıp AG'ye 'son konkur haberlerini alıp almadığını' sordum. Sürtük bana 'ne konkuru? Ha? Bilmiyorum! Haberim yok!' ayağına yattı. Böyle olacağını biliyordum. 'Oturduğun masanın dört bacağı da sana girsin AG' deyip kapattım telefonu. 

- Neden bu kadar gerginsin JC? Diye soruyor Mük.
- Ben Aloe Vera'lara gidiyorum dedim. Ayrıca gergin falan değilim. Çok neşeliyim.

Evden çıktım fakat Aloe'lerde kimse yoktu. Markete gidip tüm gazeteleri satın aldım. Mahallede kimsenin bu salak şeyleri okumasını istemedim o gün ve hepsini çöp kutusuna boşlatıp eve döndüm. Lanet gazeteler, sâfî mürekkep lekesi! Ellerimi yıkarken küvet gözüme çok hoş göründü ve kendimi küvete atıp operanın banyolarda en iyi echo yapan örneklerini sergilemeye başladım. O sırada içeriden Mük'ün bağırışını duydum 'Anlamadım! Hasselhoff'un neresini yemek istersin?' diye bağırarak bana sorduğu soruyu anlamadığımı belirttim ama artık operalarımın içine ettiği için devam edemedim.  
Salona döndüğümde bilgisayarımın başında oturduğunu gördüm ve porno klasörüne bakmaması için onu uyardım. Daha ben jogging için dışarı çıkmaya hazırlanırken porno klasörümü açtığını ve içerideki tüm videoları sırayla seyretmeye başladığını anladım. Porno klasörümün adını 'JC'nin ajans işleri' olarak değiştirmeye karar verdim.

Mahallemizde koşmanın zevkli olduğunu söylerlerdi ama tek başıma koşup durdum. Birkaç kilometre sonra 'hasta birinin koşmaması gerektiğine' karar verip eve döndüm. Hızımı alamayıp 'ne biçim hastabakıcısın sen, hastanın koşuya gitmesine nasıl izin verirsin' diyerek Mük'ü haşlamaya başladım. 

Sonra Joanne geldi.

jc yok

Merhaba, ben Mük.

JC şu anda devasa banyosunda küvet sefası yapıyor. Ben de fırsattan istifade bilgisayarını ele geçirdim. Bu dinlenme ve bakıcılık meselesi iyi oldu aslında. Böylece sevgili patroncuğumu daha yakından tanıma fırsatı buluyorum. Gerçi ona 'patron' diye hitap etmeme kızıyor. 
Asabi biri olduğunu düşünüyordum ilk başta ama asabiyet sandıklarımın çoğunun rol olduğunu gördüm. Neden böyle davranıyor bilmiyorum, belki de bir savunma mekanizmasıdır. Aa size söylemiş miydim, ben psikoloji alanında yüksek lisansa başlamıştım. 
Neyse, şu içeriden gelen opera sesini bastırmam lazım. Bir saniye:
- JC LÜTFEN OPERA ZANNETTİĞİN ŞU İĞRENÇ BAĞIRIŞINI KESER MİSİN?

Ses kesildi. Bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum. 

Ne diyordum? Hah. Şimdi JC bu yazdıklarımı gördüğü zaman muhtemelen bana 'afferin kız, yazmayı biliyorsun' gibisinden sıradan bir tepki verecek. Eminim. Bazen sıradan bir insandan bile daha sıradan tepkiler verebiliyor. Ayrıca AJ ile ikisinde hangi -de'nin ayrı, hangi -ki'nin bitişik yazılması gerektiğine dair büyük bir takıntı var. Eh, benim yazdıklarıma hiçbir şey diyemezler zira ben onlardan eğitim anlamında daha ileride bile olabilirim.

Banyoda bir hareketlilik başladı. Ben bu post'u burada bitiriyorum. Şimdi karşı tarafa geçip, bu yazdıklarımı okurken neler mırıldanacak diye merakla bekliyorum.

1 Şubat 2009 Pazar

dinlenmece

Sabah 9 gibi gözümü açıyorum ve yataktan fırlıyorum. Yerde bir şeye çarpıp yere düşüyorum. Mükemmel Asistanım karşımdaki koltuktan fırlıyor:
- JC yapma şunu!
- Senin ne işin var burada? Diye bağırıyorum.
- Ne acelen var? Dinlensene iyice.

Bu son sözler ile bir gün önceyi anımsıyorum. Doğru ya. 
O sırada içeriye Joanne giriyor.

- Günaydın.

İçim eriyor. 
- Günaydın bebeğim. 

Joanne'in ne zaman geldiğini hatırlamadığım için içimi bir suçluluk duygusu kaplıyor.  Suratım asılıyor herhalde. 
- Hadi yat bakalım. Diyor Joanne. 

Yatağa uzanıyorum. Mük beni hiçbir zaman yüzümde suçluluk duygusu ile görmediği için ne olup bittiğini anlamıyor tabii. 
- Dinlen iyice bitanem.
Elleri ile yanaklarımı okşuyor. Üstümü örtüyor. Gözüm Mük'e kayıyor.
- Niye öyle sırıtıyorsun?
- Ah yüzündeki bu ifadeyi görmek için kaç tane insanın bana ne kadar para vereceğini hesap ediyorum da.

Joanne de gülümseyerek Mük'e bakıyor. Sonra bana dönüp 'benim çıkmam gerekiyor, toplantılar, toplantılar ve yine toplantılar' diyor. Joanne hafif bir öpücük veriyor bana, sonra ayağa kalkıp Mük'ü öperek (ve muhtemelen kulağına 'sana emanet ediyorum erkeğimi' diyerek) odadan çıkıyor. [Tabii arada birkaç diyalog daha geçiyor fakat bunları bilmenize gerek yok. Ayrıca size hayatımın her şeyini anlatacak değilim.]

Lionel Richie'nin 'You Are My Destiny'si çalmaya başlıyor JC FM'de. Lionel 'you came in' dediği sırada içeriye Mük giriyor, tıpkı annesi ile babasını gönderdikten sonra çocuğun yanına gelen bir çocuk bakıcısı gibi:
- Eveeet, bugün ne yapıyoruz?
- Burada bir haksızlık var. Sen benim yatak odama elini kolunu sallaya sallaya girebiliyorsun fakat ben daha senin evini bile görmedim.
- Anahtar kelime seçimin yanlış JC.
Yaşlı ve huysuz bir adam gibi 'pöh' diyorum.

- Arşivini kurcalarken gördüm. Kara Şimşek serisi varmış sende. Haydi gel bütün gün Kara Şimşek seyredelim. Diyor.
- Harika olur. Hassle isteyen Hasselhoff seyreder.
- Hasselbaink de güzel bir banka ismi olurdu değil mi?

Bugün güzel geçecek gibi görünüyor. Kelime oyunları: Bayılırım.