31 Mayıs 2009 Pazar

off off

Tatile çıkma zamanı geldi mi yoksa? 
İnsanlar buna nasıl karar veriyor acaba diye merak ediyorum. Strateji departmanı dedikleri yere gidiyorum. Aslında niyetim sadece bunu sormak ama arkadaşım eşşek henüz askerde olduğu için, onun yerine bakan stratejik planlama hergeleleri, içeriye girdiğimde benim 'yeni stajyere asılmaya' geldiğimi düşünüyorlar (insanlar bunu bakışlarından çok fazla belli eder). Dikkat etsinler de, stajyerleri bana asılmasın! Başımda her yaştan yeterince kadın var zaten bir de bunların arasına ergenlik çağını azıcık aşmış kızlar girmesin.

'Çalışmalarınıza hayranız' diyerek odayı terk ediyorum. Kıs kıs gülerek.

Çıtır kızlar hakkında ne düşündüğümü de biraz paylaşayım sizlerle: Direkt bir söylemle ifade etmek gerekirse biraz salak oluyorlar. Hatta, güncelleme yapıyorum, baya bir salak oluyorlar. İnsanın çenesini kapatması gereken yıllarda, gevezelik ederek ne kadar salak olduğunu göstermesi itici geliyor bana. Eh tabi aynı hödüklüğü olgun yaşına rağmen gösteren, hiçbir bok bilmeden salak salak konuşan insanlarda da görebiliriz ama tabii ki onlar şu anda konu dışı kalıyor. Çıtır kızlardan bahsediyorum şimdi. Aslına bakılırsa sadece 'taze güzelliğin' üzerine kurulan bir krallık, ilk tümsekte kafanın tavana çarpıp karizmayı çizmesi anlamına da gelir.
Ah neyse, çıtır kızlar denilen acemiler üzerine bir paragraftan daha fazla bahsetmek istemiyorum şimdi.

Cumartesi akşamı bu konu üzerine yeterince düşündüm zaten. Yaşı taş çatladı 17 olan kızların, 'kadın gibi' görünmek için kıçını yırtması bana acı verdi. Yanımda sanırım herkesin bayıldığı manken kız vardı. Mük de olabilir. Bu kızları gösterip 'bizim zamanımızda da böyle miydi kızlar?' diye sordum. Dikkatleri etraflarındaydı ve çapkın çapkın bakınıyorlardı. O yüzden cevap alamadım. Veya bir şekilde almış oldum: Biz her daim çıtırız! Daha olgun kadınlarla takılmam gerekiyor sanırım. Haydi Mük'ü anlıyorum da, herkesin bayıldığı manken kız? (Anlamadıysanız eski bölümleri falan okuyun ya da hikayenin akışından tahmin edin. Her şeyi yazardan beklemeyin. Biraz okurluğunuzu bilin.)

Neyse, güzel bir Cumartesi akşamı idi.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

dikkatler dağıldı, elim iyi. royallerin hepsi: flaş, floş, flüş, fliş, fleş

Cuma akşamı ofisi terk etmeden önce Boyalı BB'nin binadan ayrıldığından emin olmam gerekiyor. Dikkatleri dağıtmak için, Mük'ün üzerine yoğunlaşıyorum.
- Madam De Le Patronaj ile aranızda bir şey mi var sizin? Diye soruyorum.
- Ah manyak bir kız o. İnan ki sadece ofisteyken aramızda bir şey var: Kumaş.

Cümleyi tartıp, anlamaya çalışıyorum. Bu kızın benimle çalışmaya başlamadan önce de böyle karmaşık cümleler kurup kurmadığını merak ediyorum. Bunu en iyisi annesine sorup öğrenebilirim ama annnesini tanımıyorum bile.

- Annen hayatta mı? Diye soruyorum.

Cevap vermiyor bile. 
- Yani demek istiyorsun ki, Madam De Le Patronaj ile aranızda tensel bir ilişki var.
- (Yüzü resmen ilk aşkını yaşayan ergenlik çağındaki güzel bir kızınki gibi heyecan taşıyor) Ah evet JC. Aramızda kalacak değil mi? Diye ekliyor.

Aynaya bakıyorum cevap vermeden önce. Giyiniğim. Giyinikim. [Of daha önce hiç 'giyinikim' yazmadığım için nasıl yazıldığından bile emin değilim. Neyse.]

Haftasonu kahvaltısından sonra ikisinin de neden ortadan kaybolduğunu hatırlıyorum bir anda. Gözümde canlandırmaya çalışı...

- Hayal etmeye çalışarak alnını boşuna kırıştırma JC'ciğim. Tahmin bile edemezsin. 

Yaşam enerjisi vermiş kıza anlaşılan. Bir de Madam De Le Patronaj tarafını yoklamak lazım.

Bakın, nasıl da dikkatleri üzerimden bambaşka yerlere çektim değil mi? Harikayım. Biliyorum.

Resepsiyondaki kızlardan birine rüşvet vermiştim. Telefon geliyor:
- BB binayı terk etti.
- Harika. Seni o çocukla yemeğe çıkartacağım. Söz.

Sevinerek kapatıyor telefonu. Rüşvet dediğimde kendi özkaynaklarımı kullandığımı falan mı sandınız? Delisiniz. 

Cuma akşamı partisi yapmaya gittim. Herkesin bayıldığı manken kız çağırmıştı. Arkadaşça.

29 Mayıs 2009 Cuma

burnunu sok ama dilini asla

Hayatı bir deney tüpü olarak görüyorum çoğu zaman. Bu bakış açısı bana şimdiye kadar çok şey kaybettirdi. Ama kazandırdıklarını, kaybettirdiklerinin yanına koyarsak... Aaa şey, elbette kazandırdıkları daha az olacak fakat, o pahada yüksek, boyutta küçük olan şeycikleri hiçbir şeyle değişmem.

Boyalı BB'nin odasına dalıyorum ve planımı aynen uyguluyorum. Masasında oturuyorken ayağa kaldırıp önce mengene gibi sarılıyorum ve yüzünü bana döndüğü sırada beni öpmek istediğini zannederek, senaryoda yazmayan bir şeyi yapıyorum: Öpüyorum BB'yi. 

Buraya kadar her şey benim için normaldi fakat şu öpüşme meselesi. Deneyi biraz karıştıracak gibi. Ben içimden 'eyvah oğlum JC, şu dakikadan itibaren sıçmış bulunmaktasın, evli insanların hayatına burnunu sokman yeterliydi, dilini ve dudağını bu işin dışında tutabilirdin...' diye kulaklığımı iç sesimin olduğu jack'e takmışken...

- JC, evliliğimi bitirme kararı aldım. Diyor Boyalı BB bana, donuk bir ifadeyle.

Bir an, 'oh be' diyorum ama sonra 'ee peki, bitirdiyse, şu andan itibaren felaket derecede depresif veya mutluluk makyajı fazla kaçırılmış bir kozmetik yığını ile karşılaşmak da olası' şarkısını çalmaya başlıyor içimdeki DJ.

Bir üstteki paragrafımda çalan müzik, yüzeye çıkıp nefes alabildiğim son an imiş meğerse. Fak!

28 Mayıs 2009 Perşembe

perşembe deneyi

Boyalı BB ile bir sahne hayal ediyorum. Aramızdaki soğukluğu geçirmek için belki işe yarar: 

Ofisin en hareketli olduğu saatlerden birinde, Mük'e BB'nin şeker asistanını alıp uzaklaştırması için görev veriyorum. Mük artık kızı alıp nereye götürürse götürsün, umrumda değil. Ben hemen Boyalı BB'nin odasına dalıyorum. Tüm yüzsüzlüğümle üzerine doğru yürüyüp onu köşeye sıkıştırıyorum. Elinden tutup oturduğu masasından kaldırıyorum (masasında oturmuyorsa, artık nerede takılıyorsa ona uygun -doğaçlama- bir saldırı planı yapıyorum) ve terapi grubunda birbirine sarılması için emir almış bir insan gibi ona sarılıyorum. Mengene gibi. 

Eminim ki işe yarayacak. Biliyorum. Sonuçları ayrıca analiz ederim. Elbette tokat yesem bile bunu buraya yazıp Boyalı BB'nin ne kadar 'yabani' olduğunu vurgulayan bu şansı asla ıskalamam.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

verim tekil değil midir?

Büyük Patron'un odasında takılırken...

- Tatil havasına erken girmişsin JC. Diyor Büyük Patron bana.

- Ha? Diye soruyorum duymamış gibi. Bazen duyduğun şeyin içinde bir ima olduğunu algıladığın için 'algılamak' istemezsin. Onun gibi. Burada akşama kadar 'ha?' diye sorabilirim Büyük Patron'a ve eminim o da sabaha kadar bana aynı cümleyi kurmaya devam edebilir. [İkimizi denklemin farklı yanlarına atarsanız boka sararsınız demek istiyorum. Eşitliğin aynı tarafında olmamız lazım.]

Çalışma hayatında azalan verimler yasası... Off! Çok sıkıcı. Dümdüz özetleyeyim en iyisi: Bir çalışanınızı maksimum iki sene sonra postalayın gitsin. İsterse o sırada size dakikada bir milyon dolar kazandırıyor olsun. Verimi azaldığı için, sizin de o "milyon dolarlar"dan alacağınız verim azalır.

Kötü örnek mi? Peki o zaman beni alın ele. Elinize alamazsınız tabii ki. Şey, belki aranızdan bazı iri yapılı kızlar alabilir ama ben de o kadar irilerini sevmiyorum. En iyisi siz beni bir konsept olarak ele alın sadece:

Aşağı yukarı dört beş senedir buradayım ve kendi verimimin azaldığını ben bile görebiliyorum. O halde ben neden buradayım?


- Patron, ben bir Boyalı BB'yi ziyaret edeyim en iyisi. Diyerek odadan çıkıyorum.

26 Mayıs 2009 Salı

kesişim kümesi

Güzel bir 'kesişme mekanı' ismi olabilirdi. Hani 'kesişmek isteyenler burada takılsın' diyerek müşteri davet edebileceğin bir kafe gibi: Kesişim Kümesi. Eh kümes de civcivlerin, piliçlerin, tavukların ve horozların mekanı olduğuna göre. Hepimiz Kümesinin içindeyiz.

Neyse ben ne diyecektim:

Senin kesip durduğun hatunun da bir müddet sonra seni kesip durduğunu fark etmen ve bunun bu şekilde devam etmesi kadar heyecan verici bir başka şey var mıdır?

Elbette vardır ama ben şu anda bu sahneden bahsediyorum. Yoksa filmin sonunda katili elbette öğreniyorsun.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

pazartesi sendromunu takmayacağım

Bugünkü derdim başka.

Kadınların 'kocam', 'sevgilim', biraz daha düzgün çeviri yapanların 'erkek arkadaşım' demesini falan anlıyorum fakat erkeklerin insan içindeyken manitalarından veya karılarından 'sevgilim' veya 'karım' -daha da fenası- 'eşim' diye bahsetmelerini anlamakta zorlanıyorum.
Elbette benim bekar bir erkek olduğum için bu cümleleri kurduğumu düşünecek kadar evlilik bağımlısı insanlar olabilir. Onları ignore ediyoruz. Bu insanların problemi hayatlarının evlilikle tamamlandığını düşünmelerinden kaynaklanmaktadır ve nedense aldatıldıklarını ortalık yerde öğrendikten sonra bir daha filmin hiçbir sahnesinde karşılaşmayız onlarla. Of, neyse.

Öğle yemeğine geçince: Tam karşımda oturan yumuşak görünmeye çalışan sert delikanlı kızlara sevgilisini anlatıyordu ve benim aklıma bunlar geldi. Neden kızları toplayıp, onlara "sevgilini" anlatıp durursun ki? Haydi anlatırsın, anladım ama hangi kız oturup bunu dinlemeyi tercih eder ki? Bence bunları dinleyen kızlar, kendi cinslerine; bunu anlatıp duran erkekler de her iki cins için utanç kaynağıdır.

Biraz 'erkek' olun! Siz de kadın olduğunuzu unutmayın be! Size söylüyorum kızlar. Lisedeki dönemleriniz çoktan geride kaldı. 

24 Mayıs 2009 Pazar

pazar gazeteleri

Pazar günü çok çok çok erken kalkıyorum. Önce telefonla AG sürtüğünü -evinden- arayarak rahatsız ediyorum (bana ve insanlığa verdiği zararın yanında bu yaptığım 'hiçbir şey' kalır! İnanın!) ve sonra Mük'ü arayıp 'kahvaltıya bana gel' diyorum. (Yanında Madam De Le Patronaj'ı da getireceğini nereden bilebilirdim? Acaba bunlar birlikte mi takılıyorlar? Şüphe klasörüne atalım bunu şimdilik.)

Sonra insanların henüz uyanmadığı bu vakitlerde gazete bayiine gidiyorum. Kapının önüne yığılmış gazeteleri düzenleyen adama bana tüm gazeteleri satmasını söylüyorum.

Adam bütün gazeteleri bana satıyor. Ben hepsini bagaja doldurup yerleşim yerinin uzağına doğru ilerliyorum. Orada bulduğum bir çöp konteynırının içine tüm gazeteleri atıyorum. Haha.

Bu huyumu çok seviyorum ve inanın size çok büyük bir iyilik yapıyorum. O aptal mürekkep lekesi bırakan kağıt parçalarını okuyup beyninizi kirleteceğinize açın en pisliğinden porno filmleri seyredin. Bana güvenin, toplum çok daha zevkli bir yer haline gelecek!

23 Mayıs 2009 Cumartesi

büyük patronla öğle yemeği

Bütün Cumartesi günüm neyi düşünerek geçti biliyor musunuz? Anlatayım:

Cuma akşamı ofisten çıkarken dokuzuncu kattaki kız ile karşılaşıyoruz yine. Son olarak ona dediğim öküzce sözlere rağmen sanırım benden hala nefret etmiyor.
 
Bu kadar sevimli olmak zorunda mıyım diye soruyorum bazen kendime. O kadar aptal sözler etmeme rağmen hala etrafımda kusurlarımı görmezden gelerek benden tatlı selamlarını esirgemeyen insanlar var.
- Geçen günkü salak laflarım... Diyorum ve parmaklarını dudağıma koyarak susturuyor beni.
- Salaklığın yakıştığı nadir insanlardansın. Diyor.

Bu cümleden ötürü bozulacak bir sürü insan tanıyorum. Sadece 'tanışıklık' kıvamında tabii. Yoksa böyle herhangi bir şeye bozulacak insanlarla arkadaşlık falan ettiğimi düşünmüyordunuz değil mi? Çok fazla arkadaşım yoktur.

Ben neyi düşündüm peki? 'Acaba bu kız bana asılıyor mu?'.

İnanın tüm Cumartesi günüm bunu düşünmekle geçti. Halbuki Büyük Patron beni öğle yemeğine çağırmıştı. Yeni nişanlısı ile tanıştıracakmış! Tanıştım sanırım ama adını hatırlamıyorum. Madam De Le Patronaj ne için var? Değil mi?

22 Mayıs 2009 Cuma

civcivler ve ben

Çoktandır sinemaya gitmediğimi fark ettim. Öğle seanslarından birini yakalamak üzere sinemaya koştum.
Okulu kırmış tüm genç civcivler oradaydı. Liseli çocuklara 'genç' dediğime inanamadım ilk başta ben de. 
Üzerinde fazla durmayın.
Neyse. 

Şu uzay gemisi ile mistik ortamı birbirine sokan, tripleks yapımlardan biriydi. Bir an uzay gemim olsaydı acaba ilk olarak hangi gezegene gider ve oraya konumlanırdım diye düşünmeye başladım.

Farkındayım, şu sıralar abuk sabuk sorunlara ve sorulara takılıp kalıyorum sevgili okurlarım ama biliyorsunuz ki zaten hayat hep 'BEN'in etrafında geçer. Hepimiz için öyle. Senin için de öyle Ben Stiller!

21 Mayıs 2009 Perşembe

jc: iyi niyetli düşüncelerin insanı

Sabah yaptığım ilk iş odama uğrayıp, sabah yaptığım makyajı Mük'e göstermek: Kendisini suçlu hissetmesini sağlamak için. Elbette yumruk attığı yerin aynısına yapmadım makyajı. Şapşal, nereye yumruk attığını unutarak numaramı bir güzel yedi. Gerçi olayın üstünden kaç gün geçtiğini unuttuğu için onu ayrıca cezalandırmam da lazım ama... O güzel yüzü cezalandırmaya kıyamıyor insan.

Arkamda 'lütfen affet JC' diye yalvaran bir yavru kedi bırakıp Boyalı BB'nin odasına doğru yollandım.
BB'nin odasına girdiğimde BB'nin şeker asistanından içeride CD'nin olduğunu öğrendim.
BB'nin müsait olmasını beklemek mi? Deli misiniz? Aynen odama geri döndüm!
Benden daha büyük dertleri olan insanların varlığını hatırladığım zaman kendi dertlerime karşı bir körlük geliştirmem gerektiğinin dersini bana vermek için mi yapmıştı acaba bunu bana BB?

Ne kadar iyi düşünen bir insanım!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

hafta içi bir gün aklına pazar'ın gelmesi

Dünyanın en kötü günü hangisidir diye sorsalar, bir saniye bile düşünmeden 'Pazaaaar' diye bağırdıktan sonra böyle aptal sorular yönelttiğiniz için suratınızın ortasına bir yumruk çakabilirim. 

'Aptal bir iş yapacağına, aptal bir soru sorman daha iyidir evlat' diye öğretirler sana hayatta ama bir süre sonra bu aptal sorular bu özlü sözü ortaya atan hergeleyi bile sıkmaya başlar. Zaten kendisi uzun bir süredir aramızda değil. 

- Bu işleri bıraktıktan sonra ne yapacağını düşünmek kadar zararlı bir şey yoktur. Diyor Aloe Vera.

Boyalı BB'yle muhabbetimin eski kıvamda olmasını isterdim. Bu soruya verilecek güzel bir cevabı, güzel bir ilacı, güzel bir tedavisi olabilir. Olması gerektiğini düşünüyorum.

Boyalı BB ile eski günlerimize dönmeye çalışayım ben.

19 Mayıs 2009 Salı

olumsuz düşünceler sarmalı

Cuma gecesi kendime çılgın bir parti organize ederim diye düşünürken evde oturup tavanı seyretmek (ve öncesinde bir doz YesName almak) hiç iyi gelmiyor bana. Aklıma zaten hiçbir olumlu unsur gelmiyordu. Üstüne üstlük, dün gördüğüm eski arkadaş da bok sosu ekledi bu yemeğe.
Emekli olduğunuz zaman neler yapıyor olduğunuzu düşünmek belki işe ilk başladığınız yıllarda zevkli olabilir ama tüm olumsuz düşüncelerin üzerinize yığıldığı orta yaş döneminizde, inanın bana hiç de güzel bir şey olmuyor.

Madam De Le Patronaj arkadaşlarını alıp benim eve gelmişti de, biraz hayat öpücüğü vermişlerdi bana Cuma akşamı. Bu hayat öpücüğü ile haftanın sonunu çıkarabilecek miyim? Bakalım.

p.s. Başlıktaki şey 'sarmal' kelimesi. Etrafımı sarmalı anlamında değil. Defolun gidin olumsuz düşünceler!!! Defolun.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

monolog

Öğle yemeğinde eski reklamcı arkadaşlarımdan birine rastladım. Oturup bir saat boyunca konuştuk. Daha doğrusu o konuştu, ben dinledim. Neleri anlattığını hatırlamıyorum ama onun suratına bakıp dinliyormuş gibi yaparken bir defa daha fark ettim ki: Bu meslek gerçekten de dünyanın en zor mesleği. 

Hayır, bana sakın dünyanın en zor işinin porno oyunculuğu olduğunu söylemeyin. Göbeğiniz çıksa da, selülitlerden filminiz seyredilmeyecek hale gelse bile kendinize müşteri bulabileceğiniz klasmanları deneyerek yolunuza devam edersiniz porno sektöründe. Reklamcılıkta görüntünüz gayet yerinde de olabilir, (önceden) yaptığınız işler de dünya çapında işler olabilir fakat verdiğiniz 'algıyı' veya yaptığınız 'iletişimi' kaybettiğiniz zaman... Silvia Saint bile olsanız kendinize çalışacak bir tane bile ajans bulamazsınız. Açıkçası hiçbir kuku da bu kadar fazla penisle uğraşamaz, hiçbir penis de bu kadar uzun süre kukulara tepki veremez: En azından yaş ilerler be hocam.

Neler diyorum ben?

17 Mayıs 2009 Pazar

garsonların eli temizdir (genelde)

Bu satırları yazarken bir kafedeyim. Ciks bir kafe. Hani şu adam başına üç tane garson düşen yerlerden biri. İçeriye giren müşteri kadınlardan biri garsonun elini sıktı. Bunun tersini hiç gördüm mü diye sordum kendime. Cevap bulamadım. Bir garsonla tokalaşacak kadar neden samimi olunur ki?

'Café' şeklinde yazmadığım için kimseyle bozuşmuyoruz değil mi? Hayır yani 'bozuşma' olmayacak bu daha çok. Haberim bile olmayacak bozulduğunuzdan. Hahahah.

15 Mayıs 2009 Cuma

cuma

Dün gece neler olduğunu hatırlamadığım için sanırım bana 'züppe' demeyeceksiniz. 'Zippo züppeden geliyor' diye iddia eden bir arkadaşım olmuştu bir keresinde. Sonra arkadaşlığımıza son vermeye karar verdik. Karşılıklı olarak olmasa da, fesh ettik anlaşmamızı.

14 Mayıs 2009 Perşembe

perşembe

Ne olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım en son Mük'le beraber CD'ye ziyaret etmemizden bir şeylerin yamuk gittiğinden işkillenir mi, işkillenmez mi diye bir tartışmaya girmiştik. Fazlasıyla kavgaya kaptırdığımızı ve Mük'ün bana bir yumruk attığını hatırlıyorum. 

İşte o sırada insanların sinirlerini kontrol etmesi üzerine bir kurs açmayı düşünmeye başladım.
Benim kadar sakin bir insanı nereden bulacaksınız, mezarda mı?
Gerçekten de harika bir kurs programı hazırlayabilirim

13 Mayıs 2009 Çarşamba

kutlama

Şimdiye kadar başarısız olarak isimlendirilen hiçbir kampanyaya rastlamadım. Diğer ajanslarda da (yerli veya global, hiç fark etmez) götüme benzeyen kampanyalar yapıp neredeyse hiçbir işe yaramayan sonuçlar elde etmelerine rağmen 'başarısız' kampanya dendiğini ve bundan ötürü üzüntü duyulduğuna da rastlamadım, duymadım, işitmedim.
Her kampanya, sözüm ona 'başarılı'dır! Kötü bile olsa, en azından 'görülmüştür' veya 'kötü reklam' olarak sokakta, piyasada, bar köşelerinde ve internet aleminde konuşulmayı becermiştir ve bu yüzden 'başarılı'dır.

Bizim HH kampanyası için de böyle bir kutlama yapılıyor. Yukarıda söylediklerime bakarak, bu kampanyanın boş bir kampanya olduğunu düşünmeyin. Elbette internet ticareti için büyük bir hareket oldu. Hayatı boyunca internetten herhangi bir şey almayı düşünmeyen insanlar ve bir şeyler alsalar da internet alışverişlerine henüz ısınmamış insanlar için güzel bir başlangıç oldu. 

Ne AJ, ne de ben, kutlamaları pek sevmiyoruz. Bu yüzden sahneyi erken terk ettik.
Ben kendimi binanın dışına attım. AJ de televizyon programına katılmak üzere ajansı terk etti.

Ajanstan çıktığımda, asansörde dokuzuncu kattaki kıza rastladım:
- Akşama kadar asansörde vakit mi geçiriyorsun sen? Gibisinden dünyanın en aptal, en salak, en itici ve kadın ilgisini öldüren cümlesini kurdum.

AJ söyledi, akşama sevdiği gruplardan birinin konseri varmış. Bari oraya gideyim. Belki havamı bulurum.

12 Mayıs 2009 Salı

boyalı bb

Bu ismi ona kimin taktığını bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Ne AJ'nin stiline benziyor, ne AG sürtüğünün koyduğu adlara benziyor, ne de CJ kılıklısının aparttığı isimlere benziyor. 

Salı sabahı ilk uğradığım yer onun odası oluyor. HH kampanyası için aldığımız AD'nin - bu kişi Aloe Vera oluyor- ve Debi'nin - profilinin meslek satırında ne yazdığına dair hâlâ hiçbir fikrim yok- performans değerlemelerini yapmış ve bunları benimle paylaşmalıymış.
Elbette Aloe Vera'nın, ajanstaki diğer AD'lerle karşılaştırıldığında, performansının 'nispeten düşük' çıkmasında suçlu benim çünkü kendisini işe ben aldım!

Şu performans değerleme dedikleri şeyi neden her gün ve her çalışana aynı saatler içerisinde yapmadıklarını merak ediyorum. Neden mi böyle söylüyorum? Zira bir saat içinde bütün oyunu bitiren oyuncuları, oyunun tamamını bir ayda bitirebilen insanların performansına bakarak 'düşük profil' olarak göstermeyi beceriyorlar. 
Halbuki: Kampanya çalışmaları sırasında işler ortaya çıktı mı? Çıktı. 
Performans zirve yapmış olsaydı da bu işler çıkmayacak mıydı? Çıkacaktı.
O zaman IK niye bok yemeye çalışıyor?

Boyalı BB, eski samimiyetimizin kaybolmasından ötürü resmi ifadelerle bana bunları açıklarken ben diz kapağındaki ufak morluğa takılıyorum. Arada bir beyaz saten gömleğinin arasından görünen güneş izli göğüs bölgesine bakarken de 'acaba göğüslerine baktığımı düşünüyor mudur' diye düşünüyorum. Diz kapağındaki morluk, acaba çekmeceye çarptığından mı kaynaklanıyor? Neden ten rengi çorap giymiş o halde? Parmağındaki yüzüğü yıllarca fark etmemiş olmam acaba benim aptallığım mıdır, yoksa insanoğlunun 'evli ve bekar' diye ayrım yaptığı insanlar arasında geliştirebildiği tek farkın, göte kaçtığında bile fark edilmeyecek bir fitil boyundaki metal parçası ile bu farkı temsil etmeye çalışmasından mıdır?

- JC! Beni dinliyor musun sen? Diye bir cümle duyuyorum ağzından.
Hızlı bir şekilde ne diyeceğimi, nasıl bir bahane uydurabileceğimi düşünürken ağzımdan dökülen cümleyi kontrol bile edemiyorum:
- Sigarayı bırakmaya çalışıyorum da BB, o yüzden biraz konsantrasyon kaybı oluyor. (Yalan!)

Bana özet olarak 'aldığın Art Direktör, kıçım kadar bile performans gösteremedi' demeye getirilen bu konuşmayı dinledikten sonra görevimi yerine getirmenin mutluluğu ile sonrasında kendi odama kaçmayı beklerken...

- Seninle eski samimiyetimizi özledim JC. Cümlesini duyuyorum BB'nin ağzından.

Neden son zamanlarda karşılaştığım tüm -ama tüm- kadınlarla 'eski sevgilimle karşılaşmış'gibi bir rahatsızlık duyuyorum?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

pazartesi

Sıradan bir Pazartesi. Pazartesi için ne kadar üzücü bir durum, öyle değil mi? Pazartesi'nin bundan haberi varsa tabii ki.

Önemli olan, müştem grubu ile kreatif grubu temsilen CD'nin henüz kıvılcımlanan kavgasını izlemek: Acı veriyor. Şimdiye kadar bu filmi kaç kere izledik, sayamadım. Bu savaşların hiçbirini de CD'ler kazanmadı. Bunun farkında mı acaba CD?

Boyalı BB ise ayrı bir vaka: İnsanlar genelde mahçup oldukları kişilere karşı susmayı ve olayın üstüne gitmemeyi tercih eder. Ben de aynen bunu yapıyorum fakat Boyalı BB'ciğim aynı durumda karşı tarafın alacağı pozisyonu almayarak, beni şaşırtıyor. (Yapmayarak, tutmayarak gibi tabirlerin halk arasında ne kadar sakıncalı olduğunun farkındayım. Rüzgarın estiği yöne çekmeye çalışıyorum küreklerimi. Öte yandan siz de, burasının 'halk arasında' bir yer olmadığının farkındasınızdır herhalde.)

Pazartesi günleri ofisten kaçmak güzel bir çözüm. Kendimi eve atıyorum. Haftaya iyi bir başlangıç. Fakat bunu yapmak için öncelikle neden sabahın köründe ajansa gittiğimi sormayın. Ben de bunu döndükten sonra fark ettim. Olur arada böyle dalgın vakitler.

- Mük, arayanlara, boşandığı karısının dördüncü nikahına katılmaya gitti diyebilirsin. Çocuklara bakmak zorundaymışım. (Uydur uydur dur. Uydurdukların gelip seni ısırana kadar.)

10 Mayıs 2009 Pazar

house of love

Cuma akşamını evde geçirmek istiyordum. Eve girmeden önce sevgili komşum Aloe Vera'lara uğrayayım dedim. İçeri girdiğimde House Of Love çalıyordu. Ne kadar sevgi dolu bir ev burası derken yine Mik'in evde olmaması dikkatimi çekiyor.
Bir problem olup olmadığını sormamak için zor tuttum kendimi. Birlikte bir kahve içtikten sonra yalnızlığıma atlamak üzere eve geldim. 

Mük'ü evde, karşımda bulunca şaşırmam gayet doğal. Öyle değil mi?

- Gündüzleri evde yokken burayı otel olarak işletmiyorsun değil mi Mük? Diye soruyorum.
- İyi fikirmiş, yapayım. Diyor.

Paranoyam yüzünden temizlikçileri genelde haftasonu çağırırım eve fakat başlarında dikilirim. İki saat içinde tüm evi temizlemeyi beceremeyen temizlikçilere beceriksiz etiketi yapıştırıp gönderiyorum.
Öte yandan anahtarlarımın ne zaman klonlandığına dair bir fikrim yok.

- Senin için kaygılanıyorum JC. Bu yüzden anahtarının bir kopyasını yaptırdım. Diye cevap veriyor Mük. Ukala bir tavır var sanki sözlerinde.

Kabulleniyorum yalnızlığımı, dağınıklığımı ve tutarsızlığımı. Ayrıca Mük'ü hayatıma giren en problemsiz kadın olarak kabul ediyorum. 

- Bu akşam duvarlara bakıp durarak kendi yalnızlığımı kutlamayı planlıyordum Mük. Diye itiraf ediyorum.
- İşte bu yüzden buradayım. Haydi dökül. Diyor.

Bir saat kadar konuştuktan sonra rahatladığımı hissediyorum. Karşı tarafa ne kadar koz verdiğimi düşünmeksizin. Birlikte bir film izlemeye karar veriyoruz. Film bittikten sonra kapı çalıyor. Parti kıyafetleri ile Madam De Le Patronaj ve çetesi geliyor. Dışarı çıkmaya ikna ediyorlar beni ve kendimi parti gecelerinde buluyorum. 

Suni tenefüs.

İşe yarıyor. 

Önemli olan suni de olsa oksijenin varlığı değil mi? Hell yeah!

8 Mayıs 2009 Cuma

cuma havadisleri

Şu sigara yasağını getirenin bir tarafında güzel bir Küba purosunu yakıp, zevkle içtikten sonra söndürmek lazım.

AJ ile benim odada sigaralarımızı sararak başlıyoruz sohbete. Kreatif grubun dedikodularını alıyorum. Mükemmel Asistanımı kreatif grupla fazla yüzgöz etmemek için bu dedikoduları alabileceğim kaynaklar kısıtlı. İtiraf ediyorum, mesleğe başladığım ilk yıllarda kreatif gruptan bir kızla çıkmıştım. Şimdi nerededir, hangi ajansta 'kreatif müdürlük' yapıyordur bilmiyorum ama hayatımın en boktan günleriydi. 

Zeminde Do The Evolution çalıyorken AJ'nin bana olanı biteni anlatması güç oluyormuş. (Pearl Jam'den bahsediyoruz bebek.) Müzisyenlik ruhuna vererek müziği kapatıyorum. Uzun zamandır duymadığım konulara geri dönüş yapıyoruz: Müştem grubu, kreatif direktörün artık demode olduğunu düşünmeye başlamış. İşleri satmakta zorlanıyorlarmış, falanmış filanmış. Bu durumlar belirli aralıklarla ajansların başına gelir. Nedense müştem gruplarında hiçbir şey demode değildir, her zaman kreatif grupların başına patlar bu ihale.

- Sence ne kadar zamanı var CD'nin? Diye soruyor AJ.
- Ben diyeyim bir ay, sen de iki ay. Diyorum.

AJ'nin benim odada olduğunu gören AG sürtüğü, birkaç dakika sonra Miranda'yı yolluyor benim odaya.

- Alem mi yapıyoruz çocuklar? Sorusu ile içeriye giriyor Miranda.

Neden sarma sigara içenlere hep bi 'esrarkeş' muamelesi yapılır. Neden? 

- Naber Miranda, diye soruyor AJ.
- N'olsun işte. Diyor Miranda.
- Miranda, odama geldiğine pek şahit olmadığım için bünyem şu anda seni yadırgıyor. Diyorum.

Bozuluyor. Çekip gidiyor. AG sürtüğü tarafından beceriksizlikle suçlanacağına mı yansın yoksa bizim gibi cool adamlarla muhabbet edemediğine mi yansın. Neyse ki önünde daha uzuuuuun bir kariyer yolculuğu var. Kariyer yolculuğunun başında onu fortlayan kişi AG sürtüğü olduğu için, büyük denizde kurbağa olacağına ufak derede timsah olacağı gün mutlu olur.

Cuma günümün özeti budur. CD için üzülüyorum. Kafayı kreatiflere taktılar mı, takılmış kafanın davası olmaz artık. Vicdan azabı ile CD'yi ziyaret etmek uygun olur mu diye düşünürken ben, gözüm maillere kayıyor.
Boyalı BB'den mail almayalı uzun zaman olmuştu.
- Bir kere bile arayıp sordun mu beni! Yazıyor mailde.

Sahi ya! Boyalı BB nerede kaç zamandır? Gözden Irak olan gönülden Amerikalı mıdır?

7 Mayıs 2009 Perşembe

you were always on my mind

Karaoke gecesi yapıyoruz yine. Pek tadım tuzum yok ama grup elemanları 'You Were Always On My Mind' çalalım deyince romantik duygularım kabarıyor. Mük'ün alkışları ile gaza gelip sahneye geçiyorum.

Size şu karaoke kulübümüzü anlatayım birazcık. Neredeyse çalamadıkları hiçbir şarkı ve tarz yok. Bazı geceler rap yapmak isteyenler oluyor mesela.
Ufak bir kulüp burası. Çocuklar kendi kendilerine her akşam cover parçalar çalıp söylemek yerine, işin sadece 'play' kısmını yapıyorlar. Bizim gibi şarkıcı olma hayallerini birkaç dakikalığına yaşamak isteyenler de çıkıp söylüyor işte. Bütün gece yirmi tane şarkı söylenirse, bunların içinden en fazla iki tanesi sağlam oluyor.
Maybe i didn't treat you
Quite as good as i should have
Diye giriyorum şarkıya. Mük ve Madam De Le Patronaj alkışlamaya başlıyorlar. Havaya giriyorum. Biraz daha iyi hissediyorum kendimi. Galiba alkışlanmak gerçekten de uyuşturucu gibi bir şey. Elvis'i düşünmeye başlıyorum. Şey, belki de, bir sonraki level'a geçme isteğine sahip olmak için alkışlara alışmak ve her daim alkışla beslenmek de yetmiyordur. Kim bilir? Elvis. Elvis nerede? Dağa kaçtı. (Devam edeyim mi? Hah! Ben de öyle düşünmüştüm.)

Şarkıyı bitirdikten sonra alkışlarımı alıp yerime oturuyorum. Yorgunluktan ölüyorum adeta.
- İyi misin JC? Diye soruyor Mük.

Bu soruyu duyduğunuz zaman iyi olmadığınızı anlamanız lazımdır. En azından iyi görünmediğinizi düşünüp lavaboya gidip kendi gözlerinizle durumu kontrol edebilirsiniz. Yalandan bile herhangi bir cevap vermediğim sorular arasında 'iyi misin JC?' sorusu da var. (Yalandan bile cevaplamadığım diğer sorular ise şöyle sıralanıyor: 'Yattın mı onunla JC?', 'Pretty Woman filmini seyrettin mi JC?', 'Hangi partiye oy verdin JC?', 'Geldin mi JC?', 'Son günlerde şişmanladım mı JC?', daha sayayım mı ha?)

Lavaboda gerçekten iyi görünmediğime karar verip, yerime dönüyorum. 'Gidelim artık' diyorum. Mük de benimle gelmek istiyor:
- Yine bir yerlerde devrilip kalmanı istemiyorum. Diyor.
- Senin kız arkadaşın yok mu? Diye soruyorum.
- En son kız arkadaşımı sen becermiştin hatırlarsan. Diye laf sokuyor.
- Bu konuyu kapattığımızı sanıyordum. Diyorum.
- Bendeki espriler bahsinde kendisi hala açık. Diyor.
- (Bir müddet yüzünde ciddiyet izi arıyorum. Bulamayınca) Güzel. İşte bu yüzden Mükemmel Asistanımsın. Diyorum.

Birlikte eve dönüyoruz. Arabadan inerken Aloe Vera'ların ışığının yandığını görünce onlara uğruyoruz.

Aloe Vera bizim ajansta çalışmaya başladığından beri samimiyetimizin azaldığını düşünmeye başlamış. Öyle dedi. Ben de kendisini iş arkadaşım gibi hissetmesini istemediğim için ajanstayken ondan biraz uzak durduğumu söylüyorum. AG ile gerçekten fuck buddy olup olmadığımızı soruyor. Of diyorum, blogumu okumuyorsun herhalde.

Mük'ü onlarda bırakıp eve geçiyorum. Mik'in o saatte evde olmaması da dikkatimden kaçmıyor.

Merak etmeyin, iyiyim ben.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

beton

Benim bir dizi projem var. Bizim Fransız prodüktör Beton'la bu yüzden buluşmuştuk aslında. Aşağı yukarı bir buçuk saattir AJ'yle birlikte herifi dinliyoruz, sadece çat pat Türkçesi ile bize yattığı hatunları anlatıp duruyor. Ah, Kreatif Direktörler ve onların eski sevgilileri çetesinin yanına bir de prodüktörler ve kandırdıkları kızlar kısmını eklemek lazım. Sanat yönetmeni yapacağım seni diye çıtır kızları kandırıp duran kart zamparaları ve metin yazarı yapcam seni diyerek kızları ajansa toplayan ıssız hergeleleri de katarsak bu listeye...

Aaah bu işin içinden çıkamayacağım.

- Beton be, diyorum.
- Söyle be Jeysi'ciğim, diyor yamulan ağzıyla.
- Syktyr et hatunları, sen bana bu dizi projesi ile ilgili ne diyorsun onu söyle! Diyorum.

Geldiğimizden beri masada duran dizi hikayesinin olduğu dosyayı açarken, kadehini deviriyor.

Şu eski parlak günlerini bodrum katında bırakıp üst katlara taşınmış herifleri görünce... 'Ben de bir gün böyle mi olacağım' diye kendime soramadan edemiyorum. Herif, Konya Ovası kadar geniş masada bir dosyayı almak için kadehi devirmeyi beceriyor! Üstelik kağıdı temizlemek için üstüne siliyor.
Sayfaları hızlıca çevirip:
- Ben bunları sabah, ayık kafayla bir inceleyeyim Jeysi'ciğim, diyor.
- Sabahları ayık oluyor musunuz? Diye soruyor AJ.

Herif sokulan lafı bile hissedemeyecek kadar sarhoş olduğu gibi, burnunun dibinde söylenen sarkazm dolu cümleyi duyamayacak kadar ileri seviyelere ulaşmış artık.
- Bak, geçen gün sete ilik gibi bir kız geldi... Diye başlıyor yine.
- (AJ'ye dönüyorum) Haydi başlıyoruz yine, diyorum.

Aklıma bir anda İ Bey geliyor. O da neredeyse bu kıvama ulaşmak üzere ve yeni bir ajans açma hevesine tutuldu. Bu adamların arasında ne yapıyorum ben diye kendime soruyorum. Gözlerim restoranın diğer taraflarında gezerken, herkesin bayıldığı manken kızın ilerideki masalardan birinde oturduğunu görüyorum.
Hemen bir SMS:
- Arkandaki masalardan birinde, zilzurna sarhoş bir herifin yanındayım. Kurtar beni. Restoranın dışına kaçır. Nasıl yapacağını bilirsin sen. Şimdi!

- ... Reklamlarda oynamayı düşündün mü sen hiç diye sordum ona. Gözleri nasıl yeşil biliyor musun...

AJ'yi inceliyorum o sırada. Cebinden not defterini çıkartmış bir şeyler yazıyor. Ben de telefon defterimdeki isimler arasında, bu dizi projemi anlatabileceğim bir başka prodüktör var mı diye bakınıyorum.

Beton bir anda duruyor:
- Jeysi'ciğim. Arkanda bir kadın var ve bu... Aa evet. O. Ta kendisi. Diyor ve o sırada arkamda herkesin bayıldığı manken kızı hissediyorum. Beton'u hiç iplemeden bana dönüyor:
- Jeysiiiiiiiiiii, inanmıyoruuuum. Diye bağırıyor.
- Bu ne hoş bir sürpriz, diye rol yapıyorum.
- Hayatta bırakmam, dedikten sonra masadakilere dönüp 'izninizle bu yakışıklıyı yanınızdan kaçırıyorum' diyor ve elimden tutup beni dışarıya çıkmaya zorluyor. En güzel yöntem, direkt yöntemdir. Bazen 'bunu nasıl yaparım' diye düşünmeye gerek olmaz. İhtiyacı direkt olarak karşılarsın. Bir sabunu satmak için edebi cümlelere ihtiyacın olmaz. 'Sabun' der ve geçersin.

Arkamda AJ'nin 'sen bittin oğlum' bakışlarını ve parlak günlerini 90'lı yıllarda köreltip bitirmiş Fransız prodüktör Beton'un 'o kadınla yatmak istiyorum' bakışlarını bıraktığım için mutlu muyum, bilmiyorum. Benim için önemli olan tek şey o masadan kurtulmaktı. Bu herifin karı muhabbetinin, gittiğin edebiyat toplantılarından çok daha renkli olduğuna eminim AJ. Katlanırsın.

- Masada prodüktör arkadaşlarla birlikteydik, diyor herkesin bayıldığı manken kız bana dışarıdayken.
- Harika, diyorum. Hemen çağır onları da dışarıya. SantiMetre'de hepinize güzel bir akşam yemeği ısmarlıyorum.

Karşında ararken, bazen yan masalardan birinde bulabilirsin aradığın prodüktörü.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

cumartesi gecesi

Cumartesi geceleri oteller, gece kulüpleri, stadyumlar, sokaklar, caddeler kalabalıktır. Biliyor musunuz, Cumartesi gecesi başlayan ilişkilerin sayısı ile Cumartesi geceleri biten ilişkilerin sayısını karşılaştırsanız, Chelsea-Barcelona maçlarındaki kadar birbirini yenmeye uğraşan iki farklı güç elde edersiniz. Kafa kafaya gider maç.

Benimkisi bitenlerden.

Havuz başında haytalık ederken, otele giren çıkan grupları da inceliyorum. Onlar da beni inceliyor. Bir kişi hariç, üzerinde mayosu ile otelin her tarafında ukalaca gezinen herifin bir Rus turist olduğunu zannederek izliyorlar gösteriyi. O kişi, ne yazık ki; Joanne.

Haftalardır karşılaşmayan iki insan gibi biz de birbirimizi görünce, ne yapacağını bilemeyen eski karı-koca gibi bir durumda kalıyoruz. Gruptan ayrılıp ağır adımlarla yanıma geliyor.

Selamlaşma acı verici, ne yapıp ettiğini sormak ise bir başka ızdırap. Adam gibi bir mesleğe sahip -muhtemelen iş adamı- erkek arkadaşının ise, Titanik'in kazan dairesinde çalışan bir adam ile selamlaşan 'sevgilisini' nasıl çağıracağını bilememesi daha büyük bir acı.

Beynimin içinde bir anda 'If i ain't smart enough to say i'm sorry, it's just because the words got in the way*' diye başlıyor şarkısını söylemeye Jon Bon Jovi. Joanne'nin dudakları oynuyor, vücudu geri çekiliyor, elleri ile arkayı işaret ediyor, 'mute' bir şekilde izliyorum bunları. Şarkının gitar solosu giriyor. Dünyanın en büyük utançlarıyla tanışmış olduğumu düşünürken, bu ufacık sahnede eriyorum, zorlanıyorum bir sonraki sahneye geçmekte.

Koşar adımlarla uzaklaşıyor yanımdan. Merdivenlerden yukarı çıkan, orta çağ balosuna katılıyormuş gibi ilerleyen her yaştan insanın olduğu gruba bakıyorum. Herif Joanne'nin omzuna atıyor elini ve omuzlarının üzerinden bana bakıyor. Joanne'e dönüp 'kim bu' diye fısıldıyor... Joanne'i izlerken ben arkadan.

Kendimi çocuk gibi hissediyorum. 

- Hey, kendine gel JC. Diyor bir tarafım.
- Kızın aklı sende, hâlâ bir şansın var. Diyor öteki tarafım.
- Bu sahneden hayatın boyunca kaç tane yaşadığını bir düşün. Diyor öte tarafım.
- Şu haline bak. Bir tarafta smokinli insanlar, öbür tarafta sen, mayosu ile otelde gezinen görgüsüz bir Rus turist. Diyor, adını bilmediğim bir başka tarafım.
- I'm gonna make you love me**, diye neşeli bir şekilde ritm tutuyor içimden fırlayan başka bir tarafım.
- F.N.T. çalmaya başladı zihninde. Fascinating New Thing. Haydi ritm tut bizimle. Diyor içten gelen başka bir kısmım.

- Girişine de bayılırım o şarkının. Diyerek dünyamı dağıtıyorum. Lobiyi terk edip, havuz başındaki 'Titanik kazan dairesine' dönüyorum.

Havuz başındaki barda bulduğum ilk sandalyeye oturuyorum. Oturduğum zaman Jon Bon Jovi şarkıyı söylemeye en baştan başlıyor zihnimde. İlk defa aşık olmuşum da, onu kaybetmişim ve arkasından izliyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Bu hisse kapılacağımı hiç düşünmezdim. İçimden bir merak dürtüsü, üzerime bir şeyler giyip o salona uğramamı söylüyor. Dikkatimi dağıtmak için etrafa bakınıyorum ama kimseyi görmüyorum. Jon Bon Jovi şarkıyı tekrar tekrar çalmaya başlıyor. O hüzünlü yaylılarla giriyorum şarkıya.

I didn't come this far to throw the towel in,
I didn't fight this hard to walk away,
If i ain't smart enough to say i'm sorry,
It's just because the words got in the way.
Şu sinema filmleri yüzünden olsa gerek, bu tip durumlarda hep o kişi ile yaşadığınız güzel anlar bir film şeridi gibi geçer gözünüzün önünden. Körlük bu yüzden oluşur işte. Sonra da gerçek hayatta gördüğünüz kare gelir ve kalır gözünüzün önünde: Kadını sizden alıp uzaklaştıran kişi. Tersi de olur. Giden siz olursunuz, arkanızdan bakan bir başkası. Hayat böyledir işte: 1001 Gece Otelleri örneğinde olduğu gibi, müşteriniz size sırtınızı dönüp gider.

'Janie don't you take your love to town' diyor Jon ve ben kendime geliyorum. Ya da geldiğimi zannediyorum.

Yaylılar, şarkıyı bitirmeye hazırlanırken...

Kurumsal İlişkiler Direktörü, üzerini değiştirip beni havuz kenarından almaya gelmişti. Sanırım belli etmedim ona az önce olanları.

* Janie, Don't Take Your Love to Town - Jon Bon Jovi
** I'm Gonna Make You Love Me - The Jayhawks

3 Mayıs 2009 Pazar

1001 gece otelleri

Bir süre sonra müşterimiz olmayacak bir reklamverenin davetini neden kabul ettiğimi bilmiyorum. Bunda, davetin über-seksi Kurumsal İlişkiler Direktörü'nden gelmesinin büyük bir etkisi olabilir tabii.

Sanırım yaşlanıyorum ve bu işten sıkılmaya başlıyorum.

Şehrin en güzel yerinde, şehirden en azından bin mil uzaktaymışsınız gibi 'uzaklık' hissini yakalayabileceğiniz bu rüyanın içine atıyorum kendimi.

Kurumsal İlişkiler Direktörü benim kıçımı yaydığım bu saatlerde de çalışıyor. Acıyorum. Gece mekanlarında karşılaştığım stand kızlarına karşı da bir acıma hissi duyarım. Düşünsenize: Siz oraya eğlenmeye gelmişken, onlar iş için geliyorlar. Tamam, barmenler, şunlar, bunlar için de o sırada 'mesai saatleri' oluyor ama o kızlar sadece bu mekanda çalışmıyorlar ki. Belki de bir sonraki hafta hiçbir işleri olmadığı için boş boş geziniyor olacaklar.

Havuz kenarında, eline diz üstü bilgisayarını alıp kendisine 'yazar süsü' veren herif benim. Acaba Debi'nin bahsettiği şu 'laptop kullanan erkeklerden tahrik olan kızlar' bu havuzun çevresinde midir? Siz de fetiş dünyasının bile ne kadar niş bir hale geldiğini fark ediyor musunuz? Evet, bu cümleyi kitleler için reklamlar hazırlayan bir ajansta çalışan bir herifin ağzından duyuyorsunuz. 

Karşıdaki kızlar, aralarında fiskoslaşıp beni gösteriyorlar. Öbür taraftaki adam bana ters ters bakıyor. Kurumsal İlişkiler Direktörü yanıma doğru geliyor. Üzerinde resmi bir takım elbise var. 
- Of, havuz kenarında böyle bir kıyafet! Diyorum.
- Geceleri böyle gezmiyorum. Diyor.
- Hmm. Diyorum. 'Gece için randevu mu almam gerekiyor?'
- Otelimdeki müşterilere tacizde bulunma gibi bir fantezim var. Bunu uygulamayı düşünüyorum. Diyor.
- Oda numaram 696, diyorum. 
- Biliyorum. O numarayı ben seçtim. Diyor.

Akşam öğrendiğim şeyler arasında, 1001'in gideceği ajans da vardı. Bir globalden, ötekine giden bir müşteri daha olduklarını öğrenmek için bunca seremoniye ne gerek vardı?

Bazı bilgileri size vermek için karşılığında çok fazla şey istiyorlar. Bazen böyle konuştuğum zaman çok ukala olduğumu düşünüyorum. Üzerine benim para vermem gerektiğini düşünürdünüz: Kurumsal İlişkiler Direktörü'nü görseydiniz yani.

1 Mayıs 2009 Cuma

cuma terapisi

Takvimler bize terapi gibi bir gün vermiş: Cuma. 

Bir insan Cuma'ya ulaşmaktan başka neyi bekler ki hafta boyunca. Cumartesi'yi mi? Boktan Pazar'ı mı? 

Ben de Cuma'nın gelmesini bekledim. Haftasonu için 1001 Gece Otelleri'nde 'torpilli' bir misafirliğim olacak ama bunun için hazırlanmam lazım.

Cuma günü, akşama doğru ajansı terk etmeden önce Mük sayesinde herkesin nerede, ne yapıyor olacağını öğrendim. Bazılarının nerede olacağını öğrenemiyorsunuz: Mesela AG sürtüğü. Her an her yerde karşınıza çıkabilir. CJ kılıklısı mesela, Nişantaşı'nın arka sokaklarında bir yerlerde -aklınca- 'saklanır'. O yüzden oralarda hiçbir zaman takılmam.

Sizin de başınıza gelir mi, bilmiyorum: Saat 18.00'e doğru hiçbir programınız yok iken üst üste gelen mesajlar ve telefonlar ile tüm geceyi dolduracak programa sahip olursunuz bir anda! Oldu işte.

Bu gece birilerini ekmek zorunda kalacağım. Kimleri ekeceğimi bilmiyorum. Tamam yalan söyledim, biliyorum: Üç dakikadan fazla sessiz kalınacağını düşündüğüm davetleri ekeceğim.

Mük ben çıktım. Cumartesi 1001 Gece Otelleri'nde olduğumu kimselere söyleme, sadece sen bil.