29 Mart 2009 Pazar

haşhaş

Şimdi şöyle yapıyoruz: Kendimize bir plan çıkarıyoruz, müşteriye gösterip üzerinde uzlaşıyoruz ve sonra bu plana sadık kalıyoruz. Planımız ne mi? Her zamankinin aynısı fakat iş bittikten sonra bunu çok büyük bir başarı olarak lanse edenlere 'kapa çeneni' demeyeceğiz. Sektördeki insanlar 'ee ne var bunda' diyerek şaşkın şaşkın bakacaklar bu 'başarı meraklısı insanlara', ödül falan alırsak diğerleri 'ödüllerdeki şaibeden' bahsedip duracaklar ve bu her yıl böyle devam edecek. 

- Mük.
- JC?
- Debi'ye de sen anlatırsın. Ben Büyük Patron'a gidiyorum.
- Harikasın.

Büyük Patron'un odasına girdiğimde yine terzisi orada. Artık merak ediyorum:
- Patron, bu giyime olan merakın nereden geliyor?
- Ooo JC. Geç otur şöyle anlatayım sana. 
- Dinlemedeyim. (Önümdeki sehpada bulduğum dergileri kurcalamaya başlıyorum)
- Bizim zamanımızda giyim çok önemliydi. Reklamcının iyi giyineni...

Şu dergilere kim bakıyor? Bence bekleme odaları olmasa dünyada dergi satışları yüzde seksen oranında azalırdı. Bazen bu dergicilik bekleme odalarından çıkmış olsa gerek diye düşünüyorum. Hani porno filmler öncesi, canlı bir şekilde peep'cilik yaparak insanları seyreden kişiler kendilerini suçlu hissetmesin diye görüntüleri kaydedererek insanlara sunarak 'porno sektörü' diye bir şeyin ortaya çıkması gibi. Hayatının büyük bir bölümünü bekleme odalarında geçiren bir adamın 'burada bekleyen insanlar şu kalın kitapları okumaya çalışmasın, daha basit, kısa bir şeyler vereyim onlara' diye düşünürken ortaya çıkmış gibi geliyor bana. Neyse.
Joanne'le tanışmamız da böyle olmuştu. Patron yine bir şeyler anlatıyordu ve ben masadaki dergileri kurcalayıp duruyordum. Hani şu etkinlik fotoğraflarının olduğu, 'cemiyet hayatı' dedikleri pozlardan birinde bir fotoğraf görmüştüm. Yedi sekiz tane kadının en pahalı elbiseleri ile katıldığı bir etkinlikte çekilmiş bir fotoğraftı. İçinde Joanne olmasa, bakarken 'en azından iki yüz bin dolarlık kıyafet ve kuaför harcaması görüyorum bu fotoğrafta' diyebileceğim bir fotoğraf idi. Patronun eski karılarından birini de yan sayfadaki fotoğrafta görünce, eski yengemize bu kadının kim olduğunu sormuştum. O da imalı bir şekilde 'çok mu beğendin JC' diye sormuştu. Sonrası da işte, tanıştırılmaca, yüz yüze gelmece sonrasında sözü ve müziği aşkın alıp götürmesi.

- Şu dergileri çok seviyorsan al yanında götür. Diyor patron dinlemediğimi fark edince.
- Benim giyimimi nasıl buluyorsun Patron? Diye sorarak kıvırmaya çalışıyorum.
- (Ciddileşiyor yüzü, beni inceliyor. Kıvırmak da ne kelime, sayfayı çevirdim resmen) Bence iyi. Modaya uygun. Bir çizgin var.
- Teşekkür ederim. Diyerek odadan çıkıyorum. Terzi ile gözgöze gelerek. 'Bant üretimi modanın esiri pislik' bakışı ile bakıyor bana.

Çok konuştum. İşleri kontrol etmeyi unuttum.

27 Mart 2009 Cuma

kot farkı

Debi'yle tekrar karşılaşıyoruz. Bu sefer Starbucks'ta. Sabah. Hani şu gelip de karşıma geçip oturan sarışın kız o imiş meğer!
- JC, ben de neden bana bu kadar tanıdık geliyorsun diye merak ediyordum. Diyor.

Bir saniyelik bakışlarla bunu görebildiğine göre, bir şeye daha uzun süre baktığı zaman görmesi gereken şeylerin maksimumda olmasını isterim.

Debi'ye öncelikle üzerindeki şu sıkıcı takımlardan kurtulması gerektiğini söylüyorum. Mük'ü gösterip yalın ayak gezebileceğini bile vurguluyorum. Vurgum biraz fazla kaçıyor galiba çünkü bana 'ayak fetişistliği mi var sende de?' diye soruyor. 
- De eki ne için? Diye soruyorum.
- Ay herkeste var bu hastalık. Çok sapıkça. Diyor yüzünü ekşiterek.
- Merak etme tatlım Mük kendi başına böyle bir moda çıkarttı. Benimle ilgisi yok. Ayrıca hayır öyle bir fetişim yok. Psikiyatristime göre bende daha çok 'laptop kullanan kadın' fetişi varmış. Diyorum. [Uyduruklarım bir gün gelip beni tırmalayacak ama...]
- O nasıl bir şey öyle. Diye sorduktan sonra kendi gözlemlerini dizmeye başlıyor. 'Gerçi ben de öyle bir şey olduğunu düşünüyorum ama daha çok laptop kullanan erkeklerden tahrik olan kadınlar şeklinde' diyor. Birkaç kız arkadaşımda rastlamıştım buna. Diye ekliyor.

Hazır konu açılmışken değineyim: Şu 'şeklinde' kalıbını Türkçeye sokup devamlı kullanan puşt için çok güzel bir kalıp var elimde; 'su aygırı şeklinde'.

- Güzel. Diyorum. Haydi sen şimdi üzerine rahat bir şeyler al gel. Diyorum. Kot farkının nasıl olacağını merak ediyorum.

Sohbetin başını duymayıp son cümleyi oradan geçerken duyan CJ kılıklısının suratındaki bakışları görünce midem kalkıyor. 

- CJ syktyr gyt! 

25 Mart 2009 Çarşamba

öğle yemeği

Dünyanın en zor işlerinden biridir isim bulmak. Bunu en çok bebek sahibi olan çiftler yaşar. Bebek yapan bir çift olma ihtimaliniz çok az çünkü onların okuduğu başka şeyler var ya da çoğu zaman bir şey okumaya fırsatları olmuyor. Biliyorum. Bu satırları okumayacak onlar.

- Sarışın, dalgalı saçlara sahip bir kızın adı ne olabilir, diye soruyorum Mük'e.
- Kedilerine 'kedi' ismini vermiş bir sürü insan var mesela. Neden Blondie olmasın?
- Hmm.
- 153 olsa?
- (Durup Mük'ün suratına bakıyorum ciddi bir halde. Güzel yakalıyor bu kız.) Ben o ismi daha çok AG'ye yakıştırıyorum ama ne olduğunu anlamaz. Eğitimi yetersiz. Reklamcılık kurslarından birine gitmiş sadece.
- AJ gelmeyecek miydi?
- Evet, yoldadır herhalde.

'Ne yolu' diye sormamasına sevindim. Ajansın alt katındaki lokantalardan birindeyiz. Bir esnaf lokantasındaki yemeklerin aynısı olmasına rağmen 'ambiyans' yapmış bir mekan. 'Reklamcılar pasajı lokantası'. Bu lafa da hastayım laf aramızda: Ambiyans. Ambulans demeyi beceremeyen bir ufaklığın kastetmeye çalıştığı şey ile hin olmaya çalışan iki kreatif zırtopozun uydurduğu 'bar isimleri' listesinden fırlamış bir kelime gibi.

AJ giriyor içeriye. 
- Nerede kaldın bu saate kadar?
- İkilemde. Diyor.
- Bunu ciddi mi söyledin yoksa dalga geçmeye mi çalışıyorsun? Diye soruyorum.
- Dalga geçer gibi bir halim mi var? Diye soruyu geri gönderiyor.
- Harika. İsim önerilerin hazırdır umarım. Diyorum.
- Mango nasıl? 
- (Aynı anda Mük ile gözlerimizi kısarak düşünüyoruz. Düşünürken insanlar neden gözlerini kısar böyle, merak ediyorum.) Hmmm.
- Balen?
- (Aynı anda Mük ile gözlerimizi kısarak düşünüyoruz. Düşünürken insanlar neden gözlerini kısar böyle, merak ediyorum. Dikkatim dağılıyor ama.) Hmmm.
- Kuki?
- (Aynı anda Mük ile gözlerimizi kısarak düşünüyoruz. Gözlerimizi kıstığımız zaman daha berrak düşüneceğimizi mi sanıyoruz acaba?) Hmmm.
- Kerastes?
- Aa ona benziyor aslında. Fakat bir tane deniz kızı kerastesimiz var. 
- Debora nasıl? Ya da Deborah? Diye soruyor Mük.
- Sen hala Blondie'de kaldın herhalde. Diyorum.

İsim bulmanın en kolay yollarından biri ürünle konuşmak ve onu gözlemlemektir ama o kadar fazla vaktimiz yok. Ayrıca ben, ürünü beş saniyeden fazla göremedim. BB tanıştırdığı sırada bir bahane uydurup oradan kaçmıştım. 

- Debi kalacak galiba kızın ismi. Ne dersin AJ?
- Bana uyar. Diyor.

Haydi şimdi Debi'yle bir görüşelim. Bu arada takım dedikleri sadece bir kişiyi almak mıydı? Başka kimse yok muydu Mük?
- Bir AD arıyorlar. Halen bulamadılar.
- Aloe'dan başka AD aramaya gerek var mı sence Mük? Diye soruyorum.
- Aloe kim? Diye soruyor AJ doğal olarak.
- Aloe Vera, diyorum.
- Bunu ciddi mi söyledin yoksa dalga mı geçiyorsun? Diye soruyor AJ bana.
- Dalga geçer gibi bir halim mi var? Diye soruyu geri gönderip, bir el hareketi yapıyorum. İki eli kullanmayı gerektiren bir hareket diyeyim.
- (Hareketi neden yaptığımı anlamıyor) Güzel isimmiş. Diyor.

İşbitiriciliğimi reklamcılıktan kaçmış bir kişiyi tekrar içeri çekmeye çalışarak kullanacağım şimdi. Kendi başıma iş çıkartmakta üstüme yok.

24 Mart 2009 Salı

jim'in görevi

Sabah Starbucks'tayım yine. Billie Holiday çalıyor altta. Sakin bir sabah. Etrafı kolaçan ediyorum. İnsanlar yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye işe geliyorlar. Hızlı yürüyenleri de işe geç kaldığından ve birilerinin bık bık etmesinden çekindiği için acele ediyor. Booooring!

Joanne'leydik dün akşam. Bu konuları onunla da konuşmuştuk. Sevdiği işle uğraşan kaç kişi var, sevdiği kişi ile birlikte olan kaç kişi var diye bir anket yapma önerisinde bulunmuştum. 
İkisinin de ucu son derece açıkmış. Öyle dedi Joanne. İnsanın sevdiği bir tane iş olabilir mi? Bence olamaz çünkü insanoğlu doyumsuzdur ve ondan uzakta olan her iş tatlı görünür gözüne. Porno yıldızlarını alın örnek olarak. Şu bina içerisinde bu işi yapmak istediğini söyleyecek bin beş yüz kadın ve erkek bulabilirim -sonuçların ağırlıklı olarak erkek olacağını da biliyorum, kadınlar istese de söyleyemez- fakat bu işin içine girseler daha ilk boşalma sahnesine gelemeden 'bu nasıl bir iş ya' diyerek giderler ve sıkı birer porno karşıtı olurlar! İzlenmeyeceğini bildiğin -ya da tahmin ettiğin- 'home video'lara benzemez bu iş. Daha yanındaki pisuara bir adam işemeye geldiğinde çişinin sesi kesiliyor, aynı şeyi başka insanların yanında nasıl dik tutacağını düşündün mü hiç evlat? [CD'nin odasına uğrayıp bir güzel küfredeyim diyorum.]

Sevdiği kişi ile birlikte olma meselesi de karmaşık. Aslında karmaşık değil de bunu karıştıran iki cinsiyet var hayatta. 'Kadınlar karmaşık yaratıklar' dendiğinde gülmüyorum artık çünkü 'eğitim şart' cümlesi kadar sık kullanılmasına rağmen içinde hiçbir anlam, açıklama ve aksiyon planı taşımayan bir cümle haline geldi bu da. Neyse burada ilişkiler alemini deşmeye başlamayayım şimdi. 

Neyse Starbucks'ta bir koltuğa yığılmış insanları izliyorum. Sonra canım sıkılıyor ve ajansa geçmeye karar veriyorum. Yürüyerek ilerlerken yanımdan geçip giden insanların konuşmalarını yakalayarak 'hype' bulmaya çalışıyorum. Asansörlerin önüne geldiğimde yine insanlara bakıp 'sevdiği iş' izleri aramaya çalışıyorum. Belki de insanlar işlerini sevdiğini göstermek istemiyordur. Hani şu 'sevdiği insanı belli etmemeye çalışırmış gibi yapmak' benzeri bir davranıştır.

Mük'e günaydın deyip içeriye geçiyorum. 
- İşini seviyor musun? Diye soruyorum Mük'e içeriden.
- Karmaşık bir durum. Diyor.
- Tamam, anladım tatlım. Diyorum ve susuyorum.

Kapıda Boyalı BB ve bir sarışın kız beliriyor. 
- Günaydın JC'ciğim. Diyor BB.
- BB'ciğim, bebeğim. Asıl senin günün aydın olsun! Diyorum.
- Sana yeni arkadaşımızı tanıştıracağım, diyor ve yanındaki sarışını bana paslıyor: 'Menekşe, bahsettiğimiz JC bu işte' diyor.
- Menekşe mi? Diye soruyorum. [Dalga geçiyorsunuzdur eminim! Eskort ajansı mıyız biz? Bu kıza hemen yeni bir isim çalışması yapmamız lazım AJ'le.]
- Evet, merhaba JC Bey. Diyor.
- Bana lütfen JC de ya da bana JC de lütfen. Diyorum.

Görevin Jim, eğer kabul edersen ve iyileştiysen, HH'ı derleyip toparlayacak ve yarınlara güvenle taşıyacak takımı oluşturan elementleri ajansın bıraktığı ham halden çıkartıp, bir heykeltıraş hassasiyeti ile derleyip toparlamak. Yalnız Menekşe isminden emin değilim. Gerçekten. 

22 Mart 2009 Pazar

tuxedo junction

Biraz eğlenmek ve o sırada yanımda bulunan müşteri tarafından gelen adamlara 'kurumsal bir hava' verip 'vay be' dedirtmek için Mük'e 'haftasonu programım müsait mi Mük hanım?' diye sorma hatasında bulundum. Aynı havaya girmek isteyen Mük'ün başıma çıkarttığı davetlerden kendimi henüz kurtarabilmiş değilim, Pazar günkü Brunch var daha! Halbuki adamlar bana sadece 'haftasonu BBQ davetimiz olacak, gelebilirseniz çok seviniriz JC Bey' demişlerdi.
- Bana lütfen JC deyin ya da bana JC deyin lütfen.

BBQ davetini de araya sıkıştırmak üzere başlayan Cuma akşamı trafiğinden ancak şimdi çıkabiliyorum. Aileleri ile bir araya gelen reklamveren tarafı ile ajans tarafının -tercihen- evli ve barklı tarafından seçilmiş elemanlar arasında ne işim olduğunu çözmekle uğraştım tüm haftasonu. Sorular 'JC Bey siz ne zaman evleniyorsunuz?' kıvamında gidiyordu genellikle ve bu sefer nutkum tutulduğu için 'boşandığım eşim yeniden evlenmeme izin verdiği zaman' gibisinden kısır cevaplarla geçiştiriyordum. Tabii öncelikle 'bana lütfen JC deyin ya da bana JC deyin lütfen' diye hatırlattıktan sonra. 
Joanne nerelerde gerçekten? Acaba aramadığım için mi aramıyor beni? Yanımda dikilmiş, minik köfteleri ağzına atıp, mekandaki insanlara benim yanımda bekleyen 'asistan pozu' vermekle uğraşan Mük'ü dürtüyorum.
- Joanne'le görüştün mü hiç?
- Sen benim kız arkadaşımla görüşüyor musun ki?

Soruya soruyla cevap vermek. Very typical!

Bir ara camdaki yansımamı görüyorum. Dikkatim dağılıyor. 
- Mük, beni bu hallere soktuğun için seni affetmeyeceğim. Diyorum.
- (Gülümserken yüzüne düşen saçlarını kulak arkasına atıyor) Kendimi gerçek bir asistan gibi hissetmeyeli çok olmuştu. Diyor. Sonra gözleri ile aşağıyı işaret ediyor.
- Ayakkabı giydin ha? Harika! Diyorum.

Bir de Tuxedo Junction çalsın. Tam olsun.

20 Mart 2009 Cuma

yüzleşme ertelemesi

Boyalı BB'yi bir kere bile boyasız gördüğümü hatırlamıyorum. Acaba diyorum, bu kadın doğuştan mı boyalı?

Öğle yemeğine birlikte çıkıyoruz. 
- BB, seninle konuşmamız lazım artık şu konuyu.
- Hangi konuyu JC'ciğim?
- (Acaba bu özellik işbitiriciliğin bana kattığı şeylerden mi yoksa doğuştan mı böyleyim?) Senin şu bakımlılığının başımı döndürüyor olması. Diyorum. (Harika bir 'kıvırıcıyım' sanırım.)

Zaten her koşulda mutlu olmayı başarabilen bir balık gibi, bu sözleri duyunca bir kahkaha atarak daha da mutlu oluyor.
- JC'ciğim senin şu sıradan konuları bile çok ciddiymiş gibi ele almana bayılıyorum. Ne kadar pozitifsin. Diyor. [Bana pozitif diyen dünyanın en negatif insanı idi ve intihar etmeden birkaç gün önce söylemişti bana bu sözü. Ona 'pozitif göründüğüm' için kendimi hep suçlu hissettim zaten. Boyalı BB de ikinci sıraya yerleşiyor.]
- Senin güzelliğin sıradan bir konu olamaz BB'ciğim, diyorum. (Performansımın zirvelerinde dolaştığımı hissediyorum. Dibe vurmadan önce yüzeye son bir çıkış gibi.)
- Şımartma beni JC. Teşekkür ederim. Çok naziksin.

Gözleri ile yemekler arasından en hafif olanları seçmeye çalışıyor. Çaktırmadan etrafta kimler var diye bakıyorum. Ajansın bir kısmı burada ve kaçamak bakışlarla bizi izliyorlar. Fiskoslar da cabası. Diskos adlı bir disco açarak bu piyasadan elimi ayağımı çeksem mi acaba?
- Dikkatim çok çabuk dağılıyor BB, ne yapabilirim bu konuda?
- Nasıl dağılıyor?
- Mesela şimdi fiskos kelimesinin ardından, diskos isimli bir disco açma fikri geldi aklıma ve ben senin güzelliğini bile unuttum.
- Seni konsantrasyon kampına gönderelim o zaman JC'ciğim. Diyor.

Bir süre yüzünde şakacılık genleri arıyorum. Bulamıyorum.
- İyiydi bu. Diyorum.

Afiyetle yemeğimizi yiyoruz. Boyalı BB'de bir gram bile 'dedikodu algısı' sezinlemiyorum. Dolayısıyla yüzleşmeyi bir sonraki programımıza erteliyorum.
Kendimi yine müziğe bırakıyorum: Singin' Sweet Home Alabama All Summer Long.

It was 1989, my thoughts were short my hair was long
Caught somewhere between a boy and man.

Ah, internetin bile olmadığı güzel günlerdi, öyle değil mi Boyalı BB? 

18 Mart 2009 Çarşamba

reklam arası - ayrıntılar

AJ'in bir özelliği vardır. Eski gazeteleri okur sadece. Her gün gazete alır fakat okumaz. Günlük gazeteler, hiç açılmadan ileri bir tarihte okunmak üzere beklemeye alınır. Başkasının okuduğu gazeteyi de okumadığı için, bu bekleyen gazeteleri birisinin açıp okuduğunu da çok iyi anlar AJ. Gerçi çoğu insan anlar bunu diye tahmin ediyorum. Eğer siz bunu anlayamıyorsanız bazı meslekleri icra etmenizi istemiyorum. Mesela uluslararası gözlemcilik, polislik, CSI oyunculuğu, iki resim arasındaki on farkı bulun bulmacaları hazırlayan ve sunan kişilik. Falan.

Neyse, AJ'in bu özelliğini bilmeyenler ukalalık yapıp 'AJ, okuduğun gazetenin geçen yıla ait olduğunu farkında mısın' gibisinden aptal cümleler kurarlar. Bu cümleyi kurmak için bile o gazeteye yirmi dakika boyunca bakmaları lazımdır. O da ayrı bir hikaye.
Eski gazetelerden birinde yakaladığı ayrıntıyı getiriyor AJ.

- Şu resme bak JC. Diyor bana.

Bakıyorum. Hani şu saç ekme kliniklerinden bir tanesinin 'Öncesi-Sonrası' fotoğraflarından biri. Ezik bakışlı bir 'müşteri'. 

- Ee ne var bunda? Diyorum.

Bir başka gazeteyi çıkartıyor ortaya bu sefer.

- Şimdi bir de şuna bak. Diyor.

Bakıyorum. Bir seçim ilanı. Daha doğrusu 'seçim afişi olduğu sanılan şeyin, eşşek yükü ile para verilerek ulusal bir gazeteye bastırılmış hali'. Önceki resim ile arada bir benzerlik var. Belediye adayımız, seçimden bir yıl kadar önce saç ektirme kliniği için poz vermiş. Sonra da bu ilanı unutarak aynı salak pozu seçim afişi için vermiş.

Ne de güzel.

- Bravo AJ. Bunu internete salmayacaksın değil mi? Diye soruyorum.
- (Ciddileşiyor) Bunu ciddi mi sordun? Diye soruyu geri gönderiyor.
- Elbette ciddi sormadım. İnsanlarla dalga geçmeyeceğini biliyorum. Diyorum.

Sonra bu iki resmi alıp Mük'e veriyorum:
- Şunları atölyede taratıp getirmesi için sidik içen çocuğa verir misin Mükcüğüm? Diyorum. 
Güzeller güzeli Mük'ümü atölyeye göndermeyecek kadar ince, nazik, düşünceli ve dikkatli birisiyim. Öte yandan böyle zırtopozlukları internet üzerinden paylaşmak için kendisini tutamayan sabırsız bir kişiyim.

Sarkazm benim işim. Sarkozy'nin değil.

16 Mart 2009 Pazartesi

ilişki mahkemeleri

İnsanlık ne kadar ilerlediğini zannederse zannetsin, hiçbir özelliğini değiştiremeyecek. Yani, bir kısmını değiştirebilir ama en basit şeyleri değiştiremeyecek. 'İlişki mahkemesi savcısı' özelliği gibi. Bunu kendiniz de görebilirsiniz. En basit örneği ise paparazzi'ler, jet-set'ler.

Pazartesi sendromuna ilaç gibi geliyorum. Ajansta herkes fiskos yapıp duruyor. Boyalı BB'nin ya hiçbir şeyden haberi yok ya da çok rol yapıyor veya gerçekten de hiç önem vermiyor.

- Neden bu kadar takılıyorsun JC? Diye soruyor Mük.
- Takıldığımı nereden çıkardın? Bana şu Roisin meselesini anlatsana sen.
- Konuyu değiştirme, özel hayatıma bulaşma.
- Aa bak Süperman geliyor! Deyip kaçıyorum.

Boyalı BB'nin yanına gitmeye karar veriyorum. Odasına girdiğim gibi asistanı 'haydi JC, toplantıya' diyor.
- Ne toplantısı?
- HH grup toplantısı.
- Öyle bir grup var mı?
- Yeni arkadaşlarla tanışacaksın JC. Kardeş kardeş oynayın. 

Bu toplantıyı AG kaltağı organize etmediyse ben de ne olayım. Bahis de açmadıysa kömür olayım: 'JC ile Boyalı BB arasında bir şey var mı, yok mu?'
Büyük Patron'dan sidik içen çocuğa kadar herkesin içeride olduğu bir toplantı odasına giriyorum. Toplantı odasına girerken Hymn of the Big Wheel çalmaya başlıyor beynimde.  Dum dum dum. AG pis pis sırıtarak bana bakıyor. Bir an, dalgınlıkla orta parmağımı gösteriyorum. Bundan bile tahrik oluyor! 
- AG'nin fotoğrafı erkekler tuvaletine nasıl girdi? Diye soruyorum ortaya.
- Ne? Gerçekten öyle bir şey mi var erkekler tuvaletinde? Hahahaha (Diye tepki veriyor Büyük Patron. Ajans, Büyük Patron'dan kokmaya başlarmış.)
- Ben koydum, AG'ciğim rica etti koymamı. Diyor CJ kılıklısı.
- Kızlar tuvaletine de seninkini koymamı ister misin JC? Diyor AG.
- Senin ismin keşke AQ olsaymış. Diyorum. [İyi dedin bakışları arıyorum odada. Sadece bir tane yakalıyorum. Kim olduğunu söyleyemem. Söylersem dedikodu olur.]

Boyalı BB toplantıyı başlatıyor. Hymn of the Big Wheel çalıyorum masanın altından. Cross üstü cross. AJ ile gözgöze geliyoruz.
- (Dudak kıpırtıları ile) Ne çalıyorsun? Diye soruyor karşımdan.
- Hymn of the Big Wheel diye sesli cevap veriyorum.
Birisinin konuştuğu sırada sesli bir şekilde böyle bir cümle kurarsan, iyi ki 'I Just Can't Stop Loving You'yu çalmıyormuşum diye şükredersin. 
- Yok bir şey BB'ciğim, sen devam et. Diyorum. 

Kalem kağıt çıkartıp kağıda AG'nin götüne yaptırması gereken dövmenin resmini çizip, imzaya açıyorum. Büyük Patron da dahil olmak üzere masadaki herkes imzalıyor. Büyük Patron başta olmak üzere Birleşmiş Milletler Barış Gücü için imza topladığımı zannedenlerin çoğunluğu oluşturduğunu düşünüyorum nedense. 

İmza attığı şeyin üzerinde ne yazdığını kimse okumuyor mu be?

Anlamını yitiren şeyler arasına 'imza' da girdi demek ki. Bana ne? 'Altına imzamı atarım' klişesini kullanan kıl yorumcular düşünsün. 

15 Mart 2009 Pazar

cry baby cry

Cumartesi gecesi kanıma giren Roisin, tüm gece aklımdan çıkmadı. Davetteki Roisin'e benzeyen kızları bulma oyunu bile oynadım Mük'le. Hatta bir tanesi Mük'ü çok sevdi ve tüm gece bırakmadı. 

Uykuya dalmadan önce de bol bol Roisin dinleyince rüyamda Roisin'le yeşillikler arasında, yavaş çekimde birbirine koşan 'romantik çift' sahnesi çekip durduk bol bol. Tam birbirimize kavuşacağımız sırada yanımda biri dürtüp durdu ve gece boyunca uyanıp durdum. Nerede uyuduğuma dair bir fikrim yoktu o anların sonuncusuna kadar. Kutu gibi bir rezidans dairesinde olduğumuzu hatırlıyorum. Mük'ü de arada bir görüyordum sanki ama bu partinin nerede devam ettiğine dair bir fikrim yoktu.

Mük'le takılmanın en sevmediğim yanı bu. Nasıl olsa Mükemmel Asistanım yanımda diyerek tüm kontrolleri devre dışı bırakıyorum ve böyle oluyor. Kontrolümü kaybetmeyi sevmiyorum.

Ha bir de Madam De Le Patronaj'ın kulağıma eğilip 'BB ile aranda neler var, söyle bakayım bana' diyen çapkın ses tonunu duyduğumu hatırlıyorum. 'Rahat bırakın bizi' diye bağırdığım için eşcinsel dedikodularını bertaraf etmiş oluyorum sanırım ama daha kirli bir yola giriyorum galiba.
En iyisi susmak ve susturmak. Beni öpmek için uzanan her kıza izin veriyorum. Sanırım Mük haricinde odada kaç tane kız varsa hepsi beni 'deneyselleştirdi'.

Sabah gözümü açtığımda karşımda medyacı olduğunu düşündüğüm bir-iki kız gördüm. Günaydın dedim. Mük nerede diye sordum, arkamda bir yeri işaret ettiler. Roisin'e benzeyen kız ile birbirine sarılmış halde uyuyorlardı. O kadar tatlı uyuyordu ki, uyandırmaya kıyamadım. Madam De Le Patronaj'ı uyandırıp 'hadi gidelim' dedim. 

Yaptığın her ilanda 'drink responsibly' yazıyorsun ama sen ne yapıyorsun? Sana söylüyorum reklam sektörü.

14 Mart 2009 Cumartesi

cumartesi gecesi ateşi

Mük ve Madam De Le Patronaj ile birlikte Brooklyn Köprüsünün Altı'nda buluyorum kendimi. Sanırım bir medya daveti olsa gerek bu çünkü içeride hiçbir müzik sesi yok. Alttan 'yemek müziği' dedikleri salak şeylerden biri çalıyor.

Bir anda ışıklar kısılıyor, o aptal 'yemek müziği' kesiliyor, insanların birbiriyle konuşmalarından oluşan rabarba bile duruyor. Yüksek bir perdeden Movie Star çalmaya başlıyor.

- Bu akşam müthiş başladı, harika devam etsin ve muhteşem bir şekilde bitsin. Diyorum.

Ruhsuz insan grubu hafiften hareketlenmeye başlıyor. Işıklar sönünce, osuruk darbukası çalmaya başlasanız bile insanlar oynuyor. Bu yüzden sinema salonunda dinlenilen bir konser insanları etkiliyor. Sana söylüyorum! You. Too.

- 'You'll be director, and i'll be your movie star' diyerek müziğe kaptırıyorum kendimi. Madam De Le Patronaj'a bu cümleyi kurunca... Garip oluyor tabii ki.
- Film sözünü unutmadım, diyor kulağıma.
- Söz mü verdim?
- Pis çapkın, deyip kahkaha atıyor. Tabancayı ilk çeken kişi olmak, piyasaya ilk girişi yapan firma olmak gibi güzel bir his.

O sırada omzuma bir el dokunuyor. Kafamı çevirip bakıyorum: Dokuzuncu kattaki kız.
- Her yerde karşılaşacak mıyız seninle böyle? Diyor.
- Aynı okuldayız bebek. Diyorum.
- Bebek, diye tekrarlıyor dediğimi gülümseyerek ve kendini müziğe bırakıp uzaklaşıyor yanımdan.

Medyacılar, diyorum içimden. Görüntünüz güzel olmasa, etrafta ne iş yaptığınızı sorgulayacağım ama şimdiye kadar hiç böyle bir ihtiyaç hissetmedim.

En iyisi kendini şarkıya bırak evlat. [Evlat mı? TRT'de western kuşağı başlıyor. Pis CD. Git yeni laflar öğren artık.]

- We'll make a movie, we'll break into cinema

13 Mart 2009 Cuma

haftasonu yeni başlıyor

İnsanların dedikoduya olan merakı sayesinde ortaya çıkmış iş dallarını sayayım sizlere: 
1. Görsel, işitsel, yazılı, kokulu ve boklu medya. 
2. Porno sektörü
3. Borsacılık
4. En sonunda; reklamcılık

Dünyanın sonunu getirecek şeyin de dedikodu olduğunu söylüyorum size. Aha işte buraya yazıyorum. Yazdım.

Ajansta, benim hakkımda çıkarılmış dedikoduları da saymamı ister misiniz?
1. AJ ile eşcinsel bir ilişki içerisinde olmak.
2. Büyük Patron'a her akşam uğrayıp bir kere vermek.
3. AG'nin fuck 'body'si olmak (geri zekalı daha nasıl yazılacağını bile bilmiyor!)
4. Asistanı ile sonu her türlü -sel/-sal eki ile biten ilişkiler yumağında olmak.
5. Laptop kullanan kızlardan tahrik olduğu için 'laptop kullanan kız fetişi' ile birlikte ofis içinde gezen bir sapık olmak! (Bunu kim uydurduysa bravo demiştim. Uydurma yeteneğini bu işe aktarsa idi her yıl Cannes'dan kansız, shots'tan showcase'siz, lürzer'den sayfasız dönmüyor olurduk ama nerdeee. Umarım kreatif gruptan biri değildir bu kişi - ben biliyorum kim olduğunu. Değil!)
6. Çoğu kadına kötü davranarak eşcinselliğini saklamaya çalışan bir adam olmak. (Bu iftirayı ortaya atan bir kadındı ve bir gece öncesinde bana 'hiç bu kadar sert bir şeyle karşılaşmamıştım' demişti. Bu cümleyi videoya kaydetmek isterdim ama buna sapıklık ve illegalite diyorlar. Dedikodu yapmak ise gayet yasal!)
7. Sonuncusu ise, koskoca ajansın İK müdiresi ile fingirdemek!

Mük, onu aradıktan bir saat kadar sonra en abiye kıyafetleri üzerinde olduğu halde kapımda dikiliyor. 
- Umarım önemli bir şeydir. Senin yüzünden neleri kaçırdığımı bir bilsen.

Ajansta neler olup bittiğini öğrenmenin en güzel yollarından biri (evet, her iki anlamda da güzel yol) Mük'ten soru-cevap yolu ile bilgi almak.
- Kim görmüş?
- Şu senin dokuzuncu kattaki kızın arkadaşı olan müştem kız.
- Peki kime söylemiş?
- Dokuzuncu kattaki kızla asansörde inerken konuşmuşlar.
- Peki oradan nasıl yayılmış?
- O sırada asansörde bulunan diğer 12 kişiden bu sohbette bahsi geçen kişilerin kim olduğunu anlayanlar.
- Peki onlar nasıl yaymış?
- Onlardan biri de AG ile threesome yapan kızlardan biriymiş. AG öğrenince biliyorsun...
- Yatakta bunları mı konuşuyorlarmış bunlar?
- AG threesome'larını yatakta yapmıyor. JC, insanların ağzı torba değil ki...
- Düzesin. Nerede yapıyor bunları peki ve sen nereden biliyorsun?
- Kelime oyunlarına bayılıyorsun değil mi? AG çişini yaparken parmağına yapışıp kalan kuku kılını bile gösterir ve anlatır insanlara, bilmiyor musun?
- Evet, biliyorum. Kelime oyunlarına bayılırım. Öbür konuya hiç girmiyorum.

Hmm diyerek koltuğa oturuyorum. Bunca dedikodu arasında neden sadece buna önem verdim ki? Acaba bir gerçeklik payı mı var? Kendimle başbaşa kalmam lazım. Boyalı BB'den mi hoşlanıyorum yoksa? Ah, hayır. İnsanlar neden bu kadar dedikoducu?

- JC! Senin lise yıllarında hamile bıraktığın kişiden olan kızın olduğumu ve şu an seninle ensest bir ilişki yaşadığımızı bile söylüyorlar da, Boyalı BB dedikodusunun neresine takılıyorsun anlamıyorum. Diyor.

Ne?

- Oha! Bunu yeni duyuyorum!

bekleme rekoru

Bu akşam AJ ile birlikte maça gitmek üzere, planımızı yapıp akşama görüşürüz diyerek öğle yemeğinden sonra ayrılmıştık. 

Aradan sekiz saat geçti, maçın başlamasına yirmi dakika var ve AJ Bey ortalıkta görünmüyor. Öğle saatlerinde bomboşken girdiğim kafe, akşamın bu saatine kadar ağzına kadar insanlarla doldu. 

Tam ben bu satırları yazarken AJ kapıdan içeri girdi. Kocaman bir surat yapmam lazım şimdi.
- Ağzına kadar dolmuş burası. Diyor ilk cümlesinde.
- Ben geldiğimde buralar tarlaydı AJ. Sonra insanlar şehrin bu tarafına doğru gelip bir kafe açma ihtiyacı hissettiler. Diyerek anlatmaya başlıyorum asık suratımla.

Gülümsüyor.
- JC, biliyor musun çok fazla cümle kuruyorsun. Diyor.
- Kelime üzerine para aldığım için olsa gerek. Diyorum.

Maça geçiyoruz hemen. Bir de bu kadar beklemenin üzerine kısır bir maç sonrasında 1-0 yeniliyoruz. AJ ben sana ne yapayım şimdi.

Ceza olarak çıkışta beni YesName'ye götürmesini söylüyorum. Götürüyor. Yarı uzanmış halde en sakin müzikleri dinleyip, tavanı seyredip eve dönüyoruz.

- BB'yle aşırı samimi hallerde görmüşler seni JC, diyor tam çıkarken.

Sen bütün akşamı birlikte geçir ve bu cümleyi tam evlere dağılırken söyle. 

Mük'ü arıyorum, doğal olarak.

11 Mart 2009 Çarşamba

genel

Ajans içerisindeki sessizlik dikkatimi çekiyor. Odamdan çıkıp içeride devriye atmaya başlıyorum. İlk durağım lavabolar.
Unisex lavaboya dalıyorum ilk olarak. İçerisi boş. Pisuara oral seks yaptırırmış gibi dikilmiş çiş yapan atölye elemanını saymadığım için rahatlıkla 'boş' diyebiliyorum. Benimle göz göze gelince 'normal işemeye' başlıyor hergele. 
Erkekler tuvaletine gidiyorum. AG'nin fotoğrafı halen orada. Bu resmi kimin yapıştırdığına dair araştırma yapmam lazım diyorum kendime ve resmi orada bırakarak çıkıyorum. O fotoğrafın üzerine parmak izi bırakmam bile AG'yi orgazma ulaştırır!
Kızlar tuvaletine giriyorum. Aynaya bakınarak orasını burasını toplayan iki kızdan başka bir şey yok. Beni dışarıdan gelmiş biri zannederek 'erkekler tuvaleti yan tarafta' demelerine de bittim.

Müştem'lerin fabrikasına gittiğimde ajansın neden sessiz olduğunu anlıyorum. AG sürtüğü birkaç müştem kızı alıp müşteri ziyaretine gitmiş. Bu bilgiyi içerideki tek kızdan aldım. Tam oradan çıkıyordum ki dokuzuncu kattaki kız ile çarpıştım.
- Yine sen, diyor bana.
- Burası dokuzuncu kat değil ama. Diyorum.
Gülümsüyor sadece. Hoşuma gidiyor bu tepkisi çünkü insanların birbiriyle konuşurken 'bak şimdi nasıl cevap geçiriyorum' tavırları ile konuşmasından bıkmış kişi kim diye sorsanız elimi, kolumu, bacağımı ve kaldırılabilecek her türlü aksamı kaldırırım.

Görüşmek üzere, dokuzuncu kattaki kız. 

Koridora döndüğümde Boyalı BB ile karşılaşıyorum. Sarılıyorum ona.
- Ne kadar sıcaksın JC, diyor bana. 
Onun bu hangi tepkiyle karşılaşacağını bilmemesine rağmen benim her hareketimi göğsünde yumuşatıp kabul ediyor olmasına bayılıyorum.
Bir daha sarılıyorum. Uzun süre bırakmıyorum. Onun kolları da benim etrafıma dolanıyor. Sonra da öpüyorum. İş arkadaşları ile 'duygusal ilişki' olarak görülmesi umrumda değil. Halbuki AG ortalıkta 'JC benim fuck body'm diye geziniyor. Pis sürtük, kullandığı kelimelerin daha nasıl yazıldığını bile bilmiyor! Benim olduğum herhangi bir yerde bu cümleyi kurarsa ona ne diyeceğimi biliyorum! 
- Odama gidelim JC, diyor bana BB.

Merak etmeyin, aklınıza gelen şeylerden değil [ne kadar sapık olduğunuzu söylememe gerek var mı?]. Benim bu yumuşak tavırlarımın altında ne olduğunu öğrenmeye çalışacak. Çalışan memnuniyetini sağlamaya uğraşacak. 

9 Mart 2009 Pazartesi

shine on

Ajans koridorlarında gezinirken Ron Jeremy'yi gördüğümü sanıyorum bir an.
Madam De Le Patronaj'ın yanında alıyorum soluğu.
- Az önce içeriye giren adam Ron Jeremy miydi? Diye soruyorum.
- Kim?
- Ron. Ron Jeremy.
- O kim?

Ron Jeremy'yi tanımadığı için yadırgamama gerek yok. Traci Lords'u da tanımaz. Seka desem de eski kağıt fabrikası zanneder. Farkındayım. İnsanlar bu hatayı çok sık yapar: Kendi bildiklerini herkesin bildiğini varsayar. Bu yüzden reklamcılık diye bir meslek yok mu zaten? Reklamcılığın içindeki insanlar bile bu hatayı yapıyorsa varın gerisini siz düşünün. Aslında cümleyi yanlış kurdum: Reklamcılar dahil olmak üzere herkes bu hatayı yapar diyecektim. Bu hastalığın en acı versiyonu reklamveren tarafında görülür. Size daha önce hiç söylemedikleri bir bilgiyi, gerektiğinden çok sonra 'ama bu böyleydi' diyerek verirler. İşte bu tip şeyler olmasın diye işbitiriciler vardır. Elbette her ajansta yoktur. MLFO şanslı bir ajans çünkü bana sahipler. 

İçeriye girenin kim olduğunu görmek için ben de peşinden dalıyorum. Elbette, Büyük Patron'un odasına girdiğimde yine terzisini orada görüyorum. Ölçü alıyor.
- (Terziyle ilgili bir şeyler söylemek üzereyken içime atıp, ünlem yapıyorum suratımla) Patron!
- Oo JC. Diyor.

Gözüm hemen Ron Jeremy sandığım adama kayıyor. Benim baktığımı görünce, Türkçe:
- Merhaba. Diyor. (Evet, aksanı çalıştığı müddetçe bu kelimeyi söyleyen kişinin Türk olup olmadığını anlayamazsınız. Testimize devam ediyoruz.)
- Merhaba. Ben JC. Bana lütfen JC deyin ya da bana JC deyin lütfen. Diyorum.
- Okey. Diyor. (Testimiz sürüyor.)
- Sizinle İstanbul'da tanışacağımızı hiç düşünmezdim. Diyorum.
- (Şaşırıyor.) Neden ki? (Diye sorduğu anda bu adamın Ron Jeremy olmadığını anlıyorum artık. Testimiz bitmiştir ve kırılmıştır.)

Hayalkırıklığı ile kendimi dışarıya atıyorum. Kapıdan çıkar çıkmaz Madam De Le Patronaj bana içeridekinin bilmem kim olduğunu söylüyor. Reklam ajansını değiştirmeyi düşünen ve bunun için o ajans senin bu ajans benim gezinen bir adam. Tekrar içeriye dalmaya karar veriyorum. Dalıyorum.
- Ron Jeremy'ye benzediğinizi söylesem... Diyorum.
- (Suratıma bakıyor aval aval.) Kime benzettiğinizi söyleseniz? Diye soruyu geri gönderiyor.
- Ron Jeremy diyorum. Hedgehog!
- Tanımıyorum. Diyor. (Ya çok iyi palavra atıyor ya da gerçekten tanımıyor.)
- Okey. Çok güzel. Memnun oldum. Deyip yine hayalkırıklığı ile kendimi dışarı atıyorum.

Kendimi sosyal olarak sendikasına ve onun çevresine kilitlenip kalmış ve sendika üst yönetiminden başka ünlü(!) tanımadığı için benzetme yaptığı insanları bu üst yönetimdeki insanlar arasından seçen ve karşısındaki kişi anlamadığı için bozulan kişiler gibi hissediyorum. Fakat benim için daha önemli bir benzetme şu ki, bir adamı Elvis Presley'e benzetiyorsunuz (yaşı da uygun) ve adam size 'o kim?' diye soruyor. Daha ileri götürürsek 'şu kadın Madonna'ya benzemiyor mu?' diye soruyorsun ve karşındaki kişi sana 'Madonna kim?' diye soruyor  ve bu sohbet 17nci yüzyılda falan yapılmıyor! Ah neden televizyonlardaki şu talk-show'larda dönüp dolaşıp aynı kişiler üzerinde gezdiklerini daha iyi anlıyorum. Veya bu tamamen onların suçu. İnsanlara daha fazla ünlü kişi vermeniz gerekiyor. Ünlülerin de onları tanımayan kişilere karşı daha toleranslı davranması gerekiyor. (Lafım sana; kendini 'sendikasına' kilitleyip kalmış insan!)

Mesela ben! Bizim kapris makinesi şarkıcı geçtiğimiz aylarda onu tanımadığım için neredeyse ajansla müşterinin arasını açıp ilişkiyi bitiriyordu. 
- Muhtemelen porno film izlediği sanılacağı için tanımazlıktan geldi. Diyorum Madam De Le Patronaj'a.
- Ah canım sağlam bir porno film çekti JC. Diyor bana.
Kafamı çevirip yüzünü inceliyorum. Samimi bir şekilde söylüyor. 
- Pis çapkın. Diyorum (bu sefer tabancayı ilk çeken kişi benim.)
Göz kırpıyor bana. Bir an Mük'ün okuduğu IM'lerden biri olan 'Birbiriyle sevişen kızları seyrederek kendimi okşuyorum' konulu mesajı bana Madam De Le Patronaj'ın atıp atmadığından şüpheleniyorum. Gözlerinde o cümleyi arıyorum ama Ron Jeremy şaşkınlığı üzerimdeyken bunu yakalamıyorum.
- IM'in var mıydı senin, diye soruyorum Madam De Le Patronaj'a.
- JC, kaç defa vereceğim? Diye soruyu geri gönderiyor. Bu aralar herkes soruya soru ile cevap veriyor sanki.

- Aha! (Şüpheli konumuna geldi bir daha.)

Odama dönüyorum. Mük yazlık kıyafetler giymiş üstüne. Üstünü nerede değiştirdiğini sormak istemiyorum. 
- Yazın gelmesine daha çok var. Diyorum. Bazen tam bir mood-killer olabiliyorum.
- (Kurşunlarım Mük'e işlemiyor) Bekle, diyerek odaya dalıyor. İçeriden müzik sesi artarak gelmeye başlıyor.

Yüz ifadem değişiyor (sanırım). 'Ron Jeremy'yi nasıl tanımaz bu herif' ifadesinden, 'yaz geliyor, evet, geliyor' bakışına ve dansına geçiyorum. R.I.O.'dan Shine On çalıyor Mük bana.

Boşuna Mükemmel Asistanım demiyorum ona. Bu plaza yığınının içinde bile algılarımı hızlı bir biçimde değiştirebiliyor.

8 Mart 2009 Pazar

sabah korosu

Ajansa girerken bir anda beynimde You Can't Always Get What You Want çalmaya başladı. Tüylerim diken diken oldu. Hayat yavaş çekimde ilerlemeye başladı.

Etrafımdan insanlar geçip gitti. 

Taa ki, biri omzuma dokunana kadar. CJ kılıklısı 'naber dostum' diyerek geçip gitti. Yönümü değiştirip Starbucks'a doğru ilerledim. Sert bir kahve aldıktan sonra koltuklardan birine oturup, sabah işine giden insanları gözlemledim. Saat erkendi, CJ kılıklısının bu saatte ajansa neden geldiğini merak etmedim değil. Bir şeyler dönüyor ortalıkta galiba.

Dalgalı sarı saçları ile bir kız girdi içeriye. Joanne? Değil.

Şu Starbucks'larda neden abuk sabuk müzikler çalarlar? Sabahın ruhuna uygun düşen müziğin You Can't Always Get What You Want olduğuna karar verdim halbuki. iPod'u çıkarttım. Şarkıyı buldum ve bastım |>'e.

O harika koro söylemeye başladı şarkıyı. Yine tüylerimi ürpertti. 

Acaba bu şarkının bir anda aklıma gelmesinin bir sebebi mi vardı? Mük'e bir mesaj attım:
- Her zaman istediğini elde edebilir misin? Diye sordum.
Birkaç saniye içinde cevap geldi:
- Elde etmediğim bir şey var mı?

Çok yardımcı oldun Mük.  Soruya soru ile cevap vermek. Harika! Teşekkür ederim.

O sarışın gelip karşımdaki masaya oturdu. Bir saniye bana baktı, sonra önüne döndü. O kaçıncı katta çalışıyor acaba? Yoksa bizim ajanstan mı? Neden olmasın, sanki ajanstaki herkesi tanıyor muyum?

Starbucks bardaklarının dışarıdan hepsinin görünümü aynı. İçindekiler farklı. Dünya da öyle galiba, uzaylıların bakış açısından hepimiz dışarıdan bakıldığında aynıyız ama kimimiz yağsız sütlü, kimimiz triple espresso shot'lı, kimimiz karamelli, kimimiz decaf.

7 Mart 2009 Cumartesi

shots seansları ve deneysel kulüp

Ajansın içinde bir tura daha çıkıyorum. Toplantı odasından gelen sesleri merak edip içeriye dalıyorum. AD'ler, grafiker parçaları, şunlar bunlar, oturmuşlar topluca shots izliyorlar.

- Seyrettim ben bunu! Diye bağırıyorum içeriye. Hepsi kafasını çevirip bana bakıyor. Sidik içen çocuğu görüyorum içlerinde. Parmağımla 'gel' diyorum.

shots izleyen reklamcıları rahatsız etmek, grup halinde porno film izleyen abazaların üzerine soğuk su dökmek gibidir. Veya shots izleyen reklamcıları rahatsız etmek, vaaz dinleyen bir grup insanın olduğu yere girip 'şu vaazı veren adam var ya, dün gece çıplak erkeklerle findirdiyordu' diye bağırmaya benzer. 
Sektördeki tüm 'kreatifler' 90'ların başından beri bunu seyredip dururlar ama halen bir gram ilerleme kaydedebilmiş değiller. Abazanlar bile seyrettikleri porno filmler sayesinde Rusya'nın içlerine kadar ilerleyebildiler. Bu bilgiler ışığında varın siz sektörün ilerleme hızını ölçün. Şu kurbağayı da yanınıza alın. Hız problemi çözeceğiniz için yardımcınız olur. Ass-istanlık yapar.

Sidik içen çocuğu odama alıp, ona bir vaaz da ben veriyorum:
- Bak evlat. Hayatta seni belden aşağı vurarak yok etmek isteyen bir sürü kadın ve erkek çıkacaktır. Diye başlıyorum. Mük dışarıdan kulak kabartıyor söylediklerime. 'Vay vay vay, bizim JC neler de anlatırmış' bakışı ile benim tarafıma dönüp sırıtarak bizi izliyor ve dinliyor. Üç-beş dakika konuşuyorum sanırım ve sonra 'şimdi, verilmek istenen imajı değil de, kendi kafanda biçtiğin imajın gücünü yaşat ve asla hype'a inanma' dedikten sonra konseri bitirmiş bir orkestra şefi pozuma geçiyorum ve 'gidebilirsin şimdi' diyorum.

Çocuk çıktıktan sonra Mük odaya giriyor ve 'neler oldu anlat bakayım bana' diyor.

Dün gece o deneysel kulübe gittik Mük ve Madam De Le Patronaj'la. Şöyle bir sosyolojik deney yapıyorlar orada: İçeriye girenler gay ise beyaz, straight ise siyah, her ikisinden ise siyah/beyaz çizgili tişörtler ile geziyor. Girmeden önce bir 'gizlilik sözleşmesine' imza basıyorlar tabii ki. Tek başınıza otururken, tercih ettiğiniz cinsiyetten biri (tişörtünüzle kendinizi belli ediyorsunuz tabii ki) sizin yanınıza geliyor veya siz onun yanına gidiyorsunuz ve kendisine bir öpücük veriyorsunuz. Eğer o da devamını isterse size kiss-back yapıyor ve o gecenin devamını birlikte getiriyorsunuz. Kiss-back gelmezse yerinize geçip birilerinin sizin yanınıza gelmesini bekliyorsunuz. 
Savundukları tez ise 'insanlar çok çabuk çözülen varlıklardır.' Tezi yazdıktan sonra mekanı kapatacaklar mı bilmiyorum ama tahmin edersiniz ki içerisi her geçen gün doluyor. [Bu da tezin diğer bölümünü kanıtlıyor.] Güzel iş, hem tezini yazıyorsun hem de paraya para demiyorsun. Hepsi bilim ve araştırma için. Haha. Ben de bir tez atıyorum ortaya: İnsanlar kendi yapmak istedikleri şeyler için her unsuru kullanmaktan çekinmezler.
Limitsiz içki ve gece geç saatlere kadar açık. Simsiyah tişörtümle saat 12'ye kadar dört beş istekli taciz yedikten sonra gün içinde yaşadığım travmayı atlattım ve uykusuz kalmamak için 00'da Mük'le çıktık oradan. Ha bu arada Mük'ün üzerinde siyah beyaz çizgili tişörtlerden vardı o gece. 'Acaba' dedim. İçimden.

6 Mart 2009 Cuma

ellerin görebileceğim bir yerde olsun

Toplantıya gidiyoruz. Hangi marka, hangi iş, hangi kampanya olduğunu bilmiyorum bile. Arabada birkaç kişi var. CD var, AG var, Miranda var, sidik içen çocuk var fakat ben niye oradayım bilmiyorum. Önceki sahneyi de tam olarak hatırlamıyorum ki beni bir şekilde bu araca bindirmişler.
Yanımda doğal olarak AG sürtüğü oturuyor ve elindeki şeyleri benim kucağıma bırakıyor. Neden bu kadar sıkışık bir şekilde oturduğumuzu ve ajansın bu tip durumlar için bir limuzin almadığını düşünürken ben CD dünyanın en büyük reklamcılık vaazlarından birini vermeye başlıyor. Tabii ki sidik içen çocuğa yetiyor lafları. Canım sıkıldığı için Miranda'yla uğraşmaya başlıyorum:
- Saçlarının kıvırcıklığı doğal mı?
- Hı hı.
- Kulakların doğal mı?
- Hı hı.
- Peki ya gözlerin lensli mi?
- Hı hı.

AG sürtüğü gıcık kapmaya başlıyor bu duruma. Beni susturmak için elini kullanıyor. 
Çığlık atıyorum arabanın içinde.
- AG! Ellerini görebileceğim bir yerde tut!
- Böyle bağırdığın zaman ne kadar baştan çıkarıcı olduğunu bir bilsen... Ah çok fena tahrik oldum.
- Biz nereye gidiyoruz?
- Toplantıya.
- Hangi müşteri bu?
- Biliyor musun şu anda beni sırılsıklam ediyorsun.
- Senin ağzını da sırılsıklam ederim şimdi!
- Lütfen sus JC. Aaah. Oyyh.
- Şu arabayı sağa çeker misiniz? İnmek istiyorum.
- Sizin neyiniz var kuzum?
- CD, bir de sen başlama, yeterince azap içindeyim burada zaten.
- Ne dedim ben evlat?
- Şşt sen! Sidik içen çocuk! JC'nin ön tarafını elleyip baksana. Eminim taş gibidir.
[Biri kafama balyoz indirsin ve beni bayıltsın lütfen!]
- Şşt hey, aklından bile geçirme! Sana da söylüyorum! Ellerin görebileceğim bir yerde olsun! 
- JC yeter artık, beni baştan çıkartma daha fazla. Toplantıya gireceğiz.
- CD! Benim adıma bir istifa mektubu yazmanı istiyorum. Sanat falan yapmana da gerek yok. Arzuhalci gibi dümdüz yaz.
- Çok kırıcısın JC. 
- JC Bey, ben...
- Bana JC de lütfen ya da bana lütfen JC de.
- JC ben...
- Lütfen şu yanımdaki kadını öldür. Söz veriyorum sana içeride çok iyi bakacağım. Çok iyi avukat tanıdıklarım var.
- JC yeter.

Tam araba durduğu anda AG'nin pis iniltilerini duyuyorum ve daha fazlasına şahit olmamak için kendimi arabanın dışına atıyorum. Önce kulaklarımı yıkamaya gidiyorum, sonra bir taksiye atlayıp ajansa dönüyorum. Daha ilk adımdan yanlış giden bir öğleden sonrası.  
- JC Bey de gelmeyecek miydi? Diye soruyorlar toplantıdakiler.
- Acilen ajansa dönmesi gerekti. Diye cevap veriliyor onlara.

Ajansa döndüklerinde sidik içen çocuğun algılarını düzeltmem gerekecek. Aksi taktirde beni bir gay zannediyor olabilir, AG ile aramda bir şey olduğunu düşünüyor olabilir. Hey! Siz de! Aklınızdan bile geçirmeyin, çok fena yaparım sizi!

Mük'ün beni götürdüğü deneysel kulübe gitmem lazım sanırım. En kısa sürede. 
- Mük, yine gidelim. Hem de bu akşam. Hemen. Şimdi.

Boşuna Mük demiyorum ona. Neyden bahsettiğimi hemen anlıyor. Ya da blogumu çok iyi okuyor. Veya beni her daim çok iyi takip ediyor. Üçünden biri işte. Ne fark eder!

4 Mart 2009 Çarşamba

dikkat dağılması

Dört saattir bilgisayarın başındayım ama şu lanet telefonlardan dolayı bloguma iki satır yazmayı beceremedim.
Çat telefon:
- JC. Şu müziğin sesini biraz kısar mısın? [Güzelim müziği kapatacağımı mı sandın. Çaldırdığın telefonu duyabilecek seviyede tuttuğuma şükret.]
- JC. Odama bir gelir misin? [Bu cümle, kim olduğunu tanıttığın zaman bende bir anlam ifade ediyor gerizekalı telefon konuşmacısı.] Tamam deyip kapatıyorum.
- JC. Bugün çok yakışıklı olmuşsun. Gözlerimi senden alamıyorum. [Bunun kim olduğunu bilmiyorum, sesinden de çözemiyorum. Meşgul olduğum anlarda 'gözlerin emin ellerde' deyip kapatıyorum. Meşgul olmadığım anlarda ne yaptığımı bilmiyorum.]
- JC. Sana mail atmıştım. Cevap bekliyorum. [Aptal! Mail attığına dair telefon açıyorsan, mailin içeriğini telefonda da söyleyebilirsin! Ayrıca kim olduğunu tanıtman gerekiyor. Hangi maile bakacağımı bilmiyorum.
- JC. Büyük Patron'un fermuarı açık kalmış. Akşama kadar açık fermuarla gezeceğine dair bahse giriyor musun? [Hayır girmiyorum gerizekalı AG! O yaşta bir herifin akşama kadar kaç defa tuvalete gidebileceğini hesaplayamıyorsan, striptizci bile olamazsın! Kafasız karı!]

Bunlar sadece ofis içi telefonları. Bir de kim olduğunu bilmediğim insanlarla yaptığım telefon konuşmaları var.
- JC. Oğlum. 1001 sizin ajansı bırakıyormuş. [Hadi ya, sen öyle san!]
- JC. YouTube'da sizin ajansta çekildiği belli olan bir video var. Arkadaki sunumlardan anlaşıldığı üzere PP konkuruna giriyormuşsunuz. Çok aptalsınız oğlum!  [Kreatif grubumuz aptal olabilir, müştem grubumuz aptal olabilir ama ben asla aptal değilim. Ayrıca o videoyu çeken bendim gerizekalı. Mesajım da rakiplere zaten!]
- JC. Bana yeni haberleri öt bakalım. [FTP şifremizi kaltakAG olarak değiştirttim. Güzel mi? - Elbette değiştirdim ama şifre o değil. Kim olduğunu bilmediğim birine telefonda şifre mi vereceğim? Ama şifre AG'nin kaltaklıkları ile ilgili bir cümle. Haha.]

Of ne kadar sıkıcı işlerin içerisindeyim. Halbuki benim şu anda karaoke yapasım var. Come with me'yi denemedim hala.

Kapıda Mük beliriyor.
- JC. Haydi beni öğle yemeğine götür.

Farkında mısınız, insanların cümleleri hep JC diye başlıyor. Prince gibi ismimi mi değiştirsem? Böylece insanlar adımın ne olduğunu karıştırır, unutur ve ben de rahat ederim. 

İsmimi değiştirmeye kalksam ne yapardım adımı acaba? Al sana bir 'sorunsal' daha.

2 Mart 2009 Pazartesi

pazartesi sendromu mu?

Pazartesi sendromu diye ağlaşan insanlara nasıl gülüyorum anlatamam.

Halbuki işe gittiğiniz ilk günü Cuma olarak düşünün kafanızda. Adını kendiniz koyun. Koyun olmayın yani.

Bir de 'uff pazartesi sendromu' diyerek offlaya pufflaya işe gelenler tüm gün hiçbir şey yapmadan durur ya. Mesela sabahtan beri sidik içen çocuğu izliyorum oturduğum yerden. Benim yaptığım iş onu izlemek, onun yaptığı iş ise o site senin bu site benim surf yapmak. 

Kreatif grubu toplamış vaaz veren CD'yle biraz dalga geçeyim diyorum. Sonra vazgeçiyorum. Boyalı BB'nin bizi tanıştıracağı yeni arkadaşları bekliyorum. Kimse gelmiyor.
Asansöre atlayıp binanın girişine gidiyorum. Güvenlik görevlisi çok kötü bakıyor bana. Ben de bina dışına çıkıp bir duvara yaslanıyorum. Binaya girip çıkanlara bakıyorum. 
Arkamda hareketlilik sezinleyip dönüyorum. İki tane kız geçiyor arkamdan. Bir tanesi şu dokuzuncu kattaki kız.
- Burası zemin kat! Diye sesleniyorum.

Gülüp geçiyor. Anlamış olduğundan mı gülüyor yoksa ben herhangi bir şey dediğim için mi, asla bilemeyeceğim. 
Telefonum çalıyor. Mük.
- Of rahat yok mu senden hiç?
- Birbiriyle sevişen kızları seyrederek kendimi okşuyorum yazıp senin numarana gönderseydim en azından bir öğle yemeği kazanırdım. Diyor. [Of! Laf aramızda, fena laf soktu.]
- AJ seni arıyordu her yerde.
- Aşağı gönder. 
- Hangi aşağı? Ne kadar aşağı?
- Binanın dibine kadar aşağı.
- Yine mi dışarı çıktın?
- Binaya dışarıdan baktığım zaman kendimi süperman gibi hissediyorum. Diyorum.
- Superman'i Ü ile yazdın değil mi? Diye soruyor.
- Ah, bu telefon konuşması burada bitmiştir. Deyip kapatıyorum.

Tekrar binaya girerek, asansörlerin önüne geliyorum. Bir bakıyorum ki, dokuzuncu kattaki kız da asansör bekliyor.

- Şimdiye kadar, sekseninci kata çıkmış olman lazım değil miydi? Diye soruyorum.
- Seni bekledim, diyor.
- O zaman bana eşlik eder misin? Diye soruyorum.
- Haydi edeyim bari, asansörde bir kadın çıkıp da sana tecavüz eder şimdi. Kurtulmana yardım ederim. Diyor. [Of! Laf ortada. Bugün herkes bana çok fena laf sokuyor.]

1 Mart 2009 Pazar

hufhta sonu

Haftasonunu salak bir biçimde geçirdiğim belli oluyor mu? 

Ah hadi, salak bir şekilde geçirmeniz mümkün değil. Ayrıca ikinci şişeden sonra kimse sorumluluk kabul etmiyor. Deneysel bir yere götürdü beni Mük. Enteresan bir deneyimdi. Anlatacağım sizi. 

- Nasıl deneyler yapılıyor bu toplum üzerinde böyle, diye tepki göstersem de ilk başta... Rol yapmıştım tabii ki.